Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı “mektepli” bir hukukçudur, o bildiğimiz “köy kahvesi hukukçularından” değildir. Okumuştur yani. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmesinin ötesinde Çayırlı, Mihaliççık, Kargı hâkimliklerinde bulunmuştur. 1984 yılında kamudaki görevinden ayrılarak avukatlığa başlamış, hatta Başbakan’ın başbakan olmadan önce avukatlığını ve hukuk müşavirliğini yapmış, 2002 yılında yapılan genel seçimlerde TBMM’ye girmiştir.
Olağanüstü bir pratik zekâya sahiptir, bunu birçok kez kanıtlamıştır. Ortalama zekâ düzeyine sahip insanların bir araya gelip de çözmeye uğraştıkları, fakat bir türlü çözemedikleri sorunları bir bakışta şıppadanak çözüvermesiyle “temayüz” etmiştir.
Bu olağanüstü yanı üç gün önce kendini bir kez daha ve her zamankinden çok daha belirgin ve somut olarak göstermiştir.
Çetrefilli bir konu olan, bir torba gibi içi boşaldıkça büzülen Ergenekon Davası’nın uzatmalı tutuklularına ilişkin olarak, “Camideki insanlar nasıl eşit bir pozisyonda saf tutuyorlarsa, onlar gibi eşittir. Yargıda insanların sıfatlarına bakılmaz” diyerek karşı çıkılmasına olanak tanımayan bir saptamada bulunmuştur.
Davayı kafasında çoktan çözmüş, sanıkların gizli niyetlerini açığa çıkartarak haklarında mahkûmiyet kararı vermiş, iş, verdiği kararı Silivri yargıçlarının uygulamasına kalmıştır.
***
Bu sözler ona aittir: “Bu insanların tutukluluk sürelerinin 18 aydır devam etmesi, ‘haksızlığa uğradılar, tahliye edilsinler’ gerekçesini haklı kılmaz. Mutlaka onların orada tutulmasının gerekçesi var. Darbe teşebbüsü başlı başına suç. ‘Bunların hiç eylemi yok. Bunları oturup konuştular’ demek olmaz.”
Ne derin, ne sağlam bir hukuk mantığı, değil mi?
Söz konusu “hukuk” oldu mu bir hukukçunun kendini tutamaması bilinen bir durumdur; hele o hukukçu onun gibi bir “hukukçu” olursa…
Sözlerini sürdürmüştür: “Zaten bunların eylemi olsaydı yargılamayı onlar yapacaktı, mahkemeleri onlar kuracaktı. O zaman iş işten geçmiş olacaktı. Siz bunları yargılayabiliyorsanız, teşebbüs aşamasında kaldıkları için yargılayabiliyorsunuz. Zaten bunlar başarıya ulaştıktan sonra, kendi hukuklarını kendileri kurarlardı.”
Gördüğümüz gibi aylardır ne yapsak, ne etsek de uzun süredir içeride tuttuğumuz iki gazeteci, iki bilim adamı, üç teğmeni suçlu kılacak delil bulabilmek için saman yığınında toplu iğne aramaktan helak olan yargıçların bulamadıklarını o, kafasında bulmuş, sanıkları suçlu ilan etmiştir.
Bu, sözünü ettiğim o olağanüstü pratik zekânın bir başarısıdır.
***
O halde tutuklular serbest bırakılmamalı, serbest bırakılmamalarına ses çıkarılmamalıdır. “Onun için bunları yadırgamamak lazım”dır. “Zaten bunlar zihinsel olarak gelişen suçlardır.” Kısacası tutuklular içeride kalacakları kadar kalmalı, çürümeye bırakılmalıdırlar.
İşte, çözümleme denen şey budur.
Ona göre “suç” henüz zihinsel gelişme aşamasındayken önlemi alınmalı, zihinsel gelişme bir “zihniyet”e dönüşmeden o zihni taşıyan kafa cezasını bulmalıdır.
Çünkü “Ortada bir plan var”dır. “Bu planın içerisinde yer almanın da ceza kanununca öngörülmüş bir cezası var”dır.
Bu sözlerde hukuk felsefesi de, hukuk mantığı da yeni boyutlar kazanmaktadır. Bu felsefe, bu mantık referandum sonrası ortaya çıkan “yeni demokrasi”ye önemli bir katkıdır. Bir kazanım, bir zenginliktir.
İşte ben hukukçunun böylesini severim, dememin gerekçesi de budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder