30 Eylül 2009 Çarşamba

AHLAKLI BİR TOPLUM OLMAYA DOĞRU - 30.09.2009


Müjdeyi Selma Aliye Kavaf verdi. Biliyorsunuz, kendisi Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’dır. Düşünmüş, taşınmış, düşünüp taşındıklarını gözlemleriyle üst üste bindirince, - ne de olsa eski bir öğretmendir-, “Tamam,” demiş, “bu memleketteki ahlaksızlığın kaynağını buldum!”
İnsanlarımızı ahlaksızlaştırıp “Türk aile yapısının temellerini sarsan”, böylece toplumumuzu bataklığa sürükleyip bizleri derin bir uçurumun eşiğine getiren başlıca neden televizyon kanallarında gösterilen dizilerdeki “müstehcen” sahneler olduğunu saptamış.
Oturup bir ikisini izledim o filmlerin, Sayın Bakan yerden göğe haklı; ne ürkünç, ne korkunç sahneler onlar öyle! Erkekler kadınları öpüyorlar, öpülen kadınlar da öpülmeye dünden razılar sanki! Öpüşmek hadi neyse bir de sevişiyorlar, üstelik de cıbıl cıbıldak soyunuyorlar, televizyon ekranı yatak odası mı Tanrı aşkına? Hem bunlar evli falan da değil, ne ayıp… Olacak şey değil yani! İzleyenler de doğal ki bir tuhaf oluyorlar. Kadınlar kendilerini o kadınların, erkekler de kendilerini o erkeklerin yerine koyunca Türk aile yapısı da sarsılmaya başlıyor.
Ne yazık ki çoluk çocuk da izliyor o sahneleri, o zaman ebeveynin “Seni leylek getirdi yavrum!” masalı da inandırıcılığını yitiriyor. Dillendirmekten çekinseler de, bacak kadar şeylerin kafalarında dünyaya nasıl getirildiklerine ilişkin “müstehcen” yargılar oluşuyor. Dedim ya, korkunç bir şey bu!

Sonra o çocuklar büyüyorlar, ahlakları bozulmuş bir kere, yalancılık, yolsuzluk, evrakta sahtecilik, rüşvete aracılık, dolandırıcılık, hırsızlık yapıyorlar, hatta tüm bunları yaptıktan sonra milletvekili olup dokunulmazlık zırhına bürünüyorlar. Yargılanamıyorlar.
Dizilerdeki o açık saçık sahneler olmasa bunların hiçbiri olmayacak. Ahlaklı, tertemiz bir toplum olacağız.
***

Sayın Bakan mademki ahlaksızlığın kaynağını saptamış, bir an önce önlemini de almalı. Benim önerim Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı bünyesinde özel yetkilerle donatılmış bir Ahlak Yüksek Komiserliği kurulması. Komiserliğin ön finansmanı SSK’nın Ankara’da satışa çıkardığı taşınmazlarından elde edilecek parayla karşılanabilir. Kurum, hiyerarşik olarak köy, belde, ilçe, il ve bölge komiserleri ve onlara bağlı ahlak polisleri şeklinde örgütlenebilir. Diyelim bir köy kahvesinde vatandaşlar televizyon izliyor, Köy Ahlak Polisi, “Stop!” diyerek elindeki uzaktan kumanda aygıtı ile müstehcen yayını durdurabilecektir.
Yüksek Komiserliğin ülke genelinde kuracağı ağ ne değin yaygın olursa, ahlaki tehlikenin önüne de aynı yaygınlıkta geçilebilecektir. Ahlak koruma ağı kurulurken dikkatlerin yoğunlaşacağı sinema ve televizyon filmleri a) çevrilmişler, b) çevrilecekler olmak üzere iki kategoride değerlendirilmelidir. (a) kategorisine giren filmler için 4.200 kişilik bir “seçmeci” kadrosu oluşturulmalı ve tüm filmlerdeki “müstehcen” sahneler bu kadro tarafından ayıklanmalıdır. (b) kategorisine giren çevrilecek filmler için 240 kişilik bir “seyyar ahlak polisi” istihdam edilmeli, bunlar film setlerinde görevlendirilmelidir. Bu “yerinde müdahale” mekanizması ile “müstehcenlik olasılığı” daha başında ortadan kaldırılacaktır.
Fakat esas iş idari taksimata göre yapılanacak kadrolara düşmektedir. Bilindiği gibi başta kahvehaneler olmak üzere televizyon yayını yapan toplu mekânlar tüm ülkeyi sarmıştır. Bu durum sıkı bir ahlak denetimini gerektirmektedir. “Her televizyonlu toplu mekâna bir ahlak polisi” , Yüksek Ahlak Komiserliğinin baş şiarı olmalıdır. Toplumun ahlakını her şeyin üzerinde tutan “temiz devlet” parayı sakınmamalı, bu baş şiarı somut gerçeğe dönüştürmek için 324 bin personeli işe almalıdır.

***

Dileriz, Sayın Bakan önerilerimizi dikkate alır. Dudaklarınızdan dökülen, “Peki, evlerdeki müstehcenlikler ne olacak?” sorusunu duyar gibiyim. Bunu da İçişleri Bakanlığı çözecek. Tele kulak, teknik takip, ortam dinleme ve doğal ki ailelerden kazanılacak gönüllü muhbirler. Biliyorsunuz, diktatör, miktatör Salazar Portekiz’i tam 40 yıl böyle yönetti, bizim neyimiz eksik ki?

Yaşasın ahlaklı toplum!


İSVEÇ’TEN NOTLAR - 28.09.2009


İsveçliler kraliçelerini çok seviyorlar. Onların gözünde Kraliçe Sylvia gerçeğe dönüşmüş bir aşk masalının kahramanı. Alman bir babayla Brezilya doğumlu, İspanyol asıllı bir annenin kızı. İlk çocukluk yıllarını Sao Paulo’da geçirdikten sonra liseyi Almanya’da okumuş, Münih Üniversitesi’nin Dil ve Çeviri Enstitüsü’nü bitirmiş. Yıl 1972, Münih Olimpiyatlarında hostes-çevirmen olarak görevli. Hizmet verdiği kişiler protokol konukları. Aralarında İsveç prensi veliaht Gustav da var; karşılaşır karşılaşmaz birbirlerine âşık oluyorlar. Aşkları büyük fakat evlenmelerinin önündeki engel de büyük, çünkü İsveç yasalarına göre prens soylu olmayan bir kızla evlenirse tahttan feragat etmek zorunda. Kral içinse bu yasa geçerli değil. Bekliyorlar. Prens bir yıl sonra Carl XVI. Gustav adıyla tahta çıkıyor. Fakat hemen evlenmeleri yakışık almayacak; yine bekliyorlar. Düğünleri ancak 19 haziran 1976 günü gerçekleşiyor. İlk çocukları 1977, üçüncü ve son çocukları ise 1982 yılında doğuyor.
Kraliçe Sylvia Almanca ve İsveççenin yanı sıra İngilizce, Fransızca, Danca, Portekizce ve İspanyolca konuşuyor. Aktif bir kadın, 62 sivil toplum kuruluşunun koruyucusu, Hasta çocuklara yönelik olarak kurduğu bir de vakfı var. Sosyal faaliyetleri nedeniyle verilen ulusal ve uluslararası birçok ödülün sahibi. Halkın içinden gelen, sıcak kanlı, çalışkan bir kraliçe, sevilmesi çok doğal.

İsveçlilerin aklına, “Yahu, bizim kral kendine soyu karışık bir eş seçti, ondan sonra tahta damarlarında İsveç-Alman-İspanyol kanı dolaşacak biri geçecek!” türünden sapkın düşünceler gelmemiş. İnsanı kökenine, soyuna, kanına bakmadan salt insan olduğu için sevmek güzel bir duygu.

***

Göteborg’da dikkatimizi çeken bir görüntü de sokaklardaki bebek arabası bolluğu oldu. İçlerinde birbirinden şirin bebekler, arabaları iten, yeni anne baba olmanın sevinci yüzlerine vurmuş genç insanlar. Onları gördükçe, “Acaba burada devlet yeni evlilere yönelik bir ‘çok çocuk’ kampanyası mı başlatmış?” sorusu aklınıza takılıyor.
Öte yandan sağlık ve eğitimin ücretsiz olduğunu, annelere 1 yıl, babalara 4 ay ücretli doğum izni verildiğini, işsizlik durumunda ödenen işsizlik parasının oldukça yüksek olduğunu bildiğinizde insanlar niçin çocuk sahibi olmasınlar, diye düşünüyorsunuz.
İsveç’in 9 milyon 270 olan nüfusunun yüzde 6.7’sini yabancılar oluşturuyor. Bunlardan yaklaşık 100 bini Finli, geri kalan yaklaşık 520 bini ise Türkiye, Bosna-hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Irak, Somali, İran, gibi ülkelerden gelen göçmenler. Türkiye ve Suriye’den göçmüş Süryanilerin sayısı ise 80 binin üzerinde.
Ülkedeki yabancı sayısının artması doğal olarak sokaklarda rastladığımız bebek arabalarına da yansımış. Karışık eşlerin bebekleri bir başka şirin, bir başka güzel oluyor. Bunlar yarının kimisinin saçları kıvırcık, kimisinin teni koyu, kimisinin saçları siyah İsveçlileri.
Soyları tükendikçe ırkçıların sergiledikleri kudurukluklar bir yana, farklı ırkların, farklı kültürlerin harmanlanması toplumları yeknesaklıklardan kurtarıyor. İnsanlar karıştıkça toplumlar da, dünya da renklenip güzelleşiyor.

***

İsveç’e ve İsveçlilere bakışımın pek objektif olmadığını itiraf etmeliyim. Babam Ferit Kavukçuoğlu 1934 yılında İstanbul’da Yüksek Denizcilik Okulu’nu üstün derece ile bitirince öğrenim ve staj için devlet tarafından Göteborg’a gönderilmiş. Bize İsveç’ten övgüyle söz ederdi. İyi arkadaşlar edinmişti. Sven ve Björn amcaların yolları İstanbul’a düştüğünde onları Cihangir’deki evimizde ağırlardık. Gelirken bize çikolata ve kıtır İsveç ekmeği getirirlerdi. Onlarınsa en rağbet ettikleri yiyecek –nedenini bir türlü anlayamamışımdır- patlıcan turşusu idi. Babam Çemberlitaş’taki o ünlü turşucuya gider iki teneke patlıcan turşusu alır, turşu deniz yoluyla Göteborg’a varana kadar sağlam kalsın diye tenekelerin ağzı lehimletilirdi.
İsveç’in, yaygın alkolizm gibi güllük gülistan olmayan yanları bir başka yazıya kalsın.
Bugün İstanbul’a dönüyorum. Üç günü geçince İstanbul özletiyor kendini. Bu akşam kalabalık bir meyhane sokağında hep yaşamak istediğim kentimle özlem gidereceğim.

GÖTEBORG’DAN MERHABA - 27.09.2009



Dört gündür Göteborg’dayım. 30 yıl yurtdışında yaşamışlığıma karşın bu İsveç’e ilk gelişim; The Economist’in dünyaca kabul gören derecelendirmesine göre yeryüzünün “en demokratik ülkesi” olan bu soğuk kuzey ülkesinin insanlarını gözlemliyorum. Güler yüzlü, birbirlerine saygılı insanlar. Göteborg çevresiyle birlikte 700 bin nüfuslu bir liman kenti, üniversite ve yüksek okullarında 60 binden fazla öğrenci okuyor, öğrenci sayısı, ortalama yaşam süresi açısından da dünyada ilk sıralarda yer alan İsveçlilerin sokak görüntüsünü yaş itibariyle aşağıya çekmiş. Buna karşın sessiz, dingin bir kent. Bir “büyükşehir” değil, fakat bir büyük şehrin insanlarına sunduğu hemen her şeyi burada bulmak olası.
İstanbul’dan birlikte geldiğim arkadaşlarıma, “Hiç kravatlı erkek gördünüz mü?” diye soruyorum. Kısa bir düşünme molasından sonra, “Görmedik,” diye yanıtlıyorlar sorumu. İlginç değil mi? Ne otelde, ne iş çıkışı saatinde sokakta, ne alışveriş merkezlerinde kravatlı bir erkeğe rastlanıyor. Erkekler ya spor yada klasik-spor giyinmişler, kadınlar da öyle; bu giyim tarzı insanlara daha rahat davranma özgürlüğü sağlıyor. Demek ki buranın insanlarında “Aman, ciddi giyinip kuşanayım da beni bir şey sansınlar!” yapaylığı yok. İnsanlar karşısındakinin ceket kravatına değil, giysilerinin içindekine bakıyorlar.
İsveç yeryüzünün hem en demokratik hem de en özgür ülkesi. Burada özgürlük denen o müthiş ayrıcalık, aynen demokrasi gibi evde, bebeklikte başlayıp hayatın tüm alanlarında bir ömür boyu sürüp gidiyor. En demokrat, en özgür, aynı zamanda da 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren belli ölçüde budanmış da olsa “sosyal refah toplumu” olma ayrıcalığı İsveç’te 1932 yılında iktidara geçen ve 40 yılı aşkın bir süre ülkeyi ve toplumu emek ekseninde yeniden yapılandıran sosyal demokrasinin eseri.

Köklü yapılar kolay yozlaştırılıp çökertilemiyor.

***

Burada bulunma nedenim 25. Göteborg Kitap Fuarı.
İsveçliler, Kuzey Avrupa’nın en büyük kitap etkinliği olan ve son yıllarda ziyaretçi sayısı 100 bini aşan kitap fuarları ile övünüyorlar. Fuar, kapladığı alan itibariyle TÜYAP ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı’nın dörtte biri büyüklüğünde, fakat katılımcı yayınevi, kurum ve kuruluş sayısı 900’ü buluyor. TÜYAP’ta ise bu sayı yeni yeni 600 rakamına yaklaşıyor. Bu da yayıncılık sektörünün sanayileşmesi açısından toplam nüfusu 24 milyon 542 bin olan İskandinav ülkeleri ile (İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya) 72 milyon nüfusa sahip Türkiye arasındaki farkı ortaya koyuyor.
Ziyaretçi profili açısından Göteborg Kitap Fuarı’nın bir özelliği profesyonel ziyaretçiler dışında kalan ziyaretçi toplamında ilk sırada öğretmenlerin gelmesi. Yayınevleri ve kitapçılar İsveç toplumunda kitaba en meraklı kesimin öğretmenler olduğunu belirtiyorlar. Bizde ise istatistikler düzenli kitap okuyan öğretmenlerin toplam öğretmen sayısı içinde yüzde 10’u bile bulmadığını gösteriyor. Dilerim bu istatistikler yanlıştır yada ben yanlış okumuşumdur.

***

Beş gün süren Göteborg Kitap Fuarı gerek hem profesyonel ziyaretçilere hem de okurlara hizmet vermesi, gerekse uluslararası açılımının boyutları açısından dokuz gün süren İstanbul Kitap Fuarı ile benzerlikleri de var. Her iki fuarın yabancı katılımcıları neredeyse eşit sayıda ve iki fuar da önümüzdeki yıllarda uluslararası katılımı arttırma gayreti içindeler. Bu çerçevede İstanbul Kitap Fuarı bu yıl yeni bir uygulama başlatıyor; buna göre bu yıldan itibaren uluslararası katılımcılar, “Uluslararası Forum” adı altında kitaplarını kendileri için hazırlanan özel bir salonda sergileyecekler ve bu salon fuarın yalnızca ilk dört günü ziyarete açık olacak.
Ziyaretçi sayısı açısından Avrupa’nın en büyük kitap fuarı olan İstanbul Kitap Fuarı’na bu yıl katılan yabancı ülkelerin sayısının 30’u aştığını buraya bir not olarak düşüyorum.

PSİKOPATLIKLAR YA DA BİR CİNAYETİN ANATOMİSİ - 23.09.2009


“Loş sokaklarda, karanlığın içinde yürüyorum. Eğer bana hayatını verirsen, alırım. O zaman benim olur ve onunla istediğimi yaparım... Aslında öldürmekten zevk almıyorum. Fidanları, ağaçları öldürmüyorum, hayvanları yemiyorum. Ama ben de herkes gibiyim. Bunları yapabilirim, öldürebilirim. Bonfile yer gibi veya tavuk pişirir gibi kolayca. Ben ruhum. Ben yansımayım... Dünyaya düzengetirmek isteyen, aklı olan herkes Hitler'e gelir. Hitler dünyaya düzen getirmek istiyordu ve tam bunu yapacakken onu öldürdüler. 200 milyon kişi korkunç büyüklükte bir et yığını demektir. Bunları yönetmek için korkunç bir beyne ihtiyaç var... Ben İsa'yım. Şeytan da benim. Ben senin beynindeyim. Kulaklarındayım, tıraş olurken, tıraş bıçağının altındayım...”

***

Bu alıntı Charles Milles Manson’dan; bu sözleri 1969 yılından beri ömür boyu hapis cezasını çekmekte olduğu Folsom State Prison cezaevinde 1980 yılında kendisiyle yapılmış bir röportajda söylemiş. Onu anımsarsınız; bir psikopattı. 1934 yılında, serseri bir babadan 16 yaşında hamile kalan uyuşturucu bağımlısı bir fahişenin oğlu olarak dünyaya gelmişti. Ne var ki Amerikan gençliğinin umutsuzluk rüzgârlarında dalından kopan yapraklar gibi nereye düşeceğini bilmeden boşlukta uçuştuğu 1960’lı yıllarda cani ruhuyla çevresine bir mürit grubu toplamayı başarmıştı. Bir rastlantı sonucu tanıştığı, dönemin ünlü rock gruplarından Beach Boys grubunun üyelerinden Wilson kardeşlerin yardımıyla şarkı sözleri yazıyordu. Yapımcı Terry Melcher’e gönderdiği bir deneme kaydı alayla karşılanınca üçü kız biri erkek dört müridine Melcher’i öldürmeleri emrini verdi. 8 ağustos 1969 gecesi Melcher’in evi basıldı, fakat ev bir süre önce ünlü sinema yönetmeni Roman Polanski’ye kiralanmıştı; “Manson’ın aile üyeleri” diye adlandırılan katiller evde rastladıkları beş kişiyi öldürdüler. Öldürülenlerden biri de Roman Polanski’nin hamile eşi Sharon Tate idi, cesedi bir memesi kesilmiş durumda bulundu.

Aile üyesi Susan Atkins, Sharon Tate’in ellerine bulaşan kanını yaladıktan sonra, “Vay be, hakikaten uçtum,” diyecekti.
Başka iki “aile üyesi” de ertesi gün bir yiyecek mağazasının sahibi Leno LaBianca‘nın evini basarak kendisini ve eşi Rosemary‘i öldürdüler. Bu cinayetler filmlere konu oldu.

***

Her toplumda psikolojik sorunları olan insanlar, ergenlik döneminde depresyon geçiren gençler bulunur. Bunlar arasında çevreden dışlanmış, yalnız kalmış, yapay sevgilerle sarmalandıkça yalnızlaştırılmış, içinde kin ve intikam duyguları besleyenler de vardır. Kötülük yapmak insanın içinde filizlenen, yeşeren olumsuz duyguları dışa vurmanın bir yoludur.
Cani ruhlu bir psikopatın kan dökerken en masumu seçmesi bir rastlantı değildir. Kötüyü ortadan kaldırmak kötünün ruhunu dinginleştirmez, intikam duygularını tatmin etmez. Kötü, masumun kanını dökerek kendini rahatlatır, çünkü kin duyduğu masumiyettir, suçsuzluktur.
Psikopatlık bir sosyal sınıf sorunu değildir. Her sınıftan, her kesimden cani ruhlu insanlar çıkabilir. Fakat “organize” cinayetler çoğunlukla varsıl kesimlerde, bu kesimlerin küçük yaşta “her şeye sahip” yapay sevgilerle yalnızlaştırılmış çocuklarında görülmektedir. Manson ailesinin üyelerindeki gibi…
Münevver Karabulut cinayeti bende kanlı psikopat ayinlerini çağrıştırıyor. Genç kızın bedeninde 29 bıçak darbesi olduğu ve en az üç bıçak kullanıldığı saptanmış, kafası bedeninden testere ile kız canlıyken ayrılmış. Bir gitar çantasına yerleştirilip uzak bir yerde çöpe atılmış. “Cinayet mahalli” “birileri” tarafından temizlenmiş, katil yedi ay boyunca “birileri” tarafından korunmuş, günü geldiği kanısına varıldığında 17 yaşındaki Cem Garipoğlu “birileri” tarafından polise teslim edilmiş.
Gelişmeleri izledikçe, düşündükçe bu cinayetin “organize bir iş” olduğu kanısı güçleniyor bende.
Ya sizde?



İSTANBUL’UN DIŞLANMIŞLARI - 21.09.2009


Münevver Karabulut’un katil zanlısının 197 gün sonra yakalanması haklı olarak İstanbul’un yeni emniyet müdürü Sayın Hüseyin Çapkın’ın artı hanesine yazıldı. Hem bu olay hem de Sayın Çapkın’ın İstanbul’a atanmazdan önce görev yaptığı İzmir’de yürüttüğü başarılı çalışmalar İstanbulluların kendisinden beklentilerini güçlendiriyor.
Öte yandan yeni gelen her yüksek amirin çevresinde tanık olunduğu gibi Sayın Çapkın’ın alt kadrolarında gözle görülür bir gayretkeşlik rüzgarı estiriliyor. Bu rüzgardan yine öncelikle toplumun “dışlanmışları” etkileniyor.

Örneğin, son günlerde ve özellikle Beyoğlu ve Şişli çevresinde travesti ve transseksüeller üzerinde gözle görülür baskılar uygulanıyor. Bilmem ne kadar doğru, İstanbul emniyetinde yeni bir uygulama başlamış, polis “yakaladığı suçlu ve kestiği ceza başına puan” kazanıyormuş. Eğer doğruysa kolayca denetimden çıkabilecek bir uygulamadır.
Travesti ve transseksüel dernekleri de üzerlerinde uygulanan baskıların bu uygulama ile birlikte yoğunlaştığını ileri sürüyorlar.

***

İstanbul Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transseksüel ve Travestiler Sivil Toplum Girişimi’nden (LGBTT) Ebru K., “baskıların gündelik hayata yansıdığını” söylüyor, “artık sokağa çıkmaktan korkar olduk. Resmi polis varsa önünden geçmemeye çalışıyoruz. 37. Maddeden (Kabahatler Kanunu) ceza kesiyorlar,” diyor. Arkadaşlar ara sokaklardan alınıyor ama polis tutanakta ana caddenin adını yazıyormuş.
Demet D. de polislerin ceza yazarken “Yakında İstiklal Caddesi’ne bile çıkamayacaksınız,” dediğini iddia ederek, “Birçok arkadaşın psikolojisi bozulmaya başladı. Eve hapsolmuş durumdalar. Yolda yürümek, alışveriş yapmak kabahat mi? İki arkadaşa ceza kesmişler. Tutanağa da kadın kılığında dolaşan erkekler diye yazmışlar,” diyor.

Bu örnekler çoğaltılabilir.

***

Yeryüzünde hiçbir kentin nüfusu homojen değildir. İstanbul ise dünya kentleri arasında nüfus bileşimi açısından kozmopolit bir kenttir. Bu kentte her dilden, her ırktan, her dinden, her renkten, her cinsel tercihten insan bir arada yaşamaktadır.
Devletin yasalarına, toplumun genel ahlak kurallarına saygılı oldukları sürece her birey bu kentte özgürlüklerden, yurttaşlık haklarından eşit şekilde yararlanmalıdır.
Bir insana cinsel yapısı ya da cinsel tercihi nedeniyle baskı yapılması insan haklarına aykırı bir davranıştır, evrensel bir suçtur.
Demokrasi, toplumda azınlık olanların, toplumca aykırı görülenlerin hakları güvence altına alındığında gerçeğe dönüşür. Toplumun tüm bireylerini aynılaştırmayı amaçlayan bir rejim demokrasi olamaz.
Polisin ise toplumu biçimlendirmeye, “aykırı” bireyleri ayıklayarak “uslandırmaya” yönelik yaptırımlarının savunulacak bir yanı olmadığı gibi buna hak ve yetkileri de yoktur.
Umarız, Sayın Hüseyin Çapkın bu soruna da eğilir.

***

Bu bayram günü yazacak başka konu olup olmadığı sorulabilir, ama toplumun dışlanmış bir kesiminin hakkını bir bayram günü savunmak bir Cumhuriyet yazarından başka kimin aklına gelir ki?




OKUR MEKTUPLARI - 20.09.2009

Bana gelen okur mektuplarını biriktiriyor, arada bir yeniden göz atıyorum. İki akşamdır oturdum, mektupları son iki yılda gelenleri üst başlıklarda topladım. Bu arada bugüne kadar pek üzerinde durmadığım ilginç bir durumla karşılaştım.

Anımsarsınız, gazeteci Hrant Dink’in ölümünden sonra geniş katılımlı bir yürüyüş düzenlenmiş, on binlerce insan bir dayanışma ifadesi olan “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganları atarak yürümüş, aynı ifadenin yer aldığı pankartlar taşımıştı. Ben de o yürüyüşe katılanlardan biri olarak ertesi gün köşemde izlenimlerimi yansıtmış, basında yer alan eleştirilere ilişkin olarak bu ifadenin eleştirilecek bir yanı olmadığını yazmıştım. İki okurum bu yazımdan yola çıkarak “damarlarımda Ermeni kanı dolaştığı” hükmüne varmış.
6 / 7 Eylül 1955 olayları nedeniyle yazdığım bir yazı ise üç okurumda “bakar kör” olduğuma ilişkin bir kanı oluşturmuş; beni “İstanbul Rumlarını savunurken Kıbrıs’taki Rum mezalimine göz yummakla” suçlamışlar.
Birkaç yazımda koşullar eşitlendiğinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasında bir sakınca görmediğimi dile getirmem de okurlarım arasında küçük çaplı bir “infiale” neden olmuş, bana “emperyalizmin işbirlikçiliği” layık görülmüş.
Kürt yurttaşlarımızın yasal kültürel, demokratik, toplumsal ve siyasal taleplerini desteklemem ise hiç de azımsanmayacak sayıda okurumun kafasında etnik ve siyasal kimliğime dair sorular uyandırırken, kimi okurlarım benim “Kürt” , kimi okurlarım da “Kürtçü bir Türk” olduğum ve “Türk olmaktan utandığım” sonucuna varmışlar.

Son sel felaketiyle ilgili olarak yazdığım yazılarda, “yiğidin hakkı yiğide” diyerek CHP’ye yapılan suçlamalara karşı çıkmam “bağnaz bir CHP’li olduğum” sonucunu doğurmuş.
En ilginci ise bir Şampiyon Kulüpler maçı sonrası Fenerbahçe’yi kutlamam üzerine bir Galatasaray yandaşından aldığım “küfür” mektubu. Tam 60 yıllık bir Galatasaraylı olarak üzülmedim desem yalan söylemiş olurum.

***
Daha önce de okuduğum, üzerlerine notlar düştüğüm bu mektupları bir kez daha okurken ağlayayım mı, güleyim mi bilemedim. Anladım ki köşe yazarlığı gerçekten zor bir iş, hele her düşündüğünüzü kaleme almak, okurlarla paylaşmak, tartışmaya açmak gibi bir alışkanlığınız varsa daha da zor bir iş. Anladığım bir nokta daha var ki bence bu çok önemli; Cumhuriyet’in oturmuş, yazarlarını tanıyan geniş bir tabanı var, fakat bir bölüm görece yeni okur ise yazarın ancak iki üç yazısını okuyarak onun hakkında bir kanıya varıyor. Yukarıda verdiğim örneklere de yansıyan çoğunlukla bu eksik kanıdır.
Bu örneklerde dikkate alınmayacaklar olduğu gibi ağır suçlamalar da var, örneğin, “Türk olmaktan utanmak” gibi. İstanbul doğumlu olmakla birlikte (bir tarafı Soğukkuyu, bir tarafı Namazgâh) yedi göbek İzmirli bir ailenin çocuğuyum. Dedelerim, ninelerim, babam İzmir’in işgal acılarını da, kurtuluşun coşkusunu da yaşamışlar. Cumhuriyeti yürekten benimseyip savunmuşlar. Biz, ailemiz tarafından ülkesinden ve Türk olmaktan gurur duyan yurtsever bir kuşak olarak yetiştirildik. Ama aynı zamanda dili, dini, ırkı, kökeni ne olursa olsun yurttaşımız olan herkesi kendimizle eşit görmeyi, herkese saygı duymayı da öğrendik.
19 yaşından bu yana, 47 yıldır sosyalizmi savunan, inançlarından hiç ödün vermeyen, ömrünün üçte biri sürgünde geçmiş bir sosyalist için “emperyalizm işbirlikçiliği” de “hazmı kolay” bir suçlama değil. Ne denilebilir ki?
Hiç CHP’li olmadım, fakat bu, haksız suçlamalara karşı CHP’yi savunmamak anlamına mı gelmeli? Haksızlık nerede ve kime karşı yapılıyorsa karşı çıkmak bir Cumhuriyet yazarının başlıca yükümlülükleri arasında değil midir?

AKP’LİLERİN TUHAFLIKLARI - 17.09.2009


Bu AKP’liler gerçekten tuhaf insanlar. İki gündür AKP İl Başkanı Aziz Babuşçu televizyon ekranlarında “belge” açıklıyor. “Acep ne belgesidir bu?” diye dikkat kesilmemeniz elde değil. Bekliyorsunuz. Ne yazık ki sonu çoğu zaman olduğu gibi düş kırıklığı, çünkü beklediğinizle duyduğunuz “ifşaat” örtüşmüyor. Siz, yaşanan sel felaketiyle ilgili somut bir şeyler beklerken, Babuşçu size yeni bir “CHP masalı” anlatıyor. AKP İl Başkanı’nın gözü daha yüksek yerlerde ya, ille de Başbakanı’nı, Büyükşehir Belediye Başkanı’nı izleyecek! Ne yapsın? AKP’de “irtifa kaydetmenin” yolu “reis mukallitliğinden” geçiyor çünkü.
Gelelim AKP İl Başkanı’nın ele geçirip kamuoyuyla paylaştığı “belge”ye. CHP’li Kadıköy Belediyesi “TOKİ'den hibe ile Kadıköy'e geçen yani kamu hizmet olarak geçen fiilen şu anda hayvan barınağı olarak kullanılan ve Kurbağalı Dere kolu üzerinde bulunan yeri Kadıköy Belediyesi bugün (dün) satacak(-mış).” Satış kararı alınmış. Açıklanan belge bu!

Babuşçu soruyor: “54 bin 852 metrekarelik alan kamu hizmet alanı olmuş olmasına rağmen ve fiilen hayvan barınağı olarak kullanılan bu araziyi Kadıköy Belediyesi nasıl satacak?”

Yukarıda sözünü ettiğimiz “tuhaflık” sorunun soruluş biçiminde gizli; soru “nasıl” yerine “niçin” diye sorulsa aydınlanma olanağımız olacak, fakat AKP İl Başkanı’nın amacı kamuoyunu aydınlatmak değil, kafa karıştırmak. Kendileri son sel felaketinin yol açtığı yıkımın sorumluları ya, ne yapıp edip CHP’ye de suç yükleyecekler.
Kadıköy Belediyesi o araziyi en çok verene satacak. Niçin’ine gelince… Bilindiği gibi AKP Hükümeti yeni bir idari taksimatla İstanbul’un ilçelerini böldü, bu arada mülkiyeti Kadıköy Belediyesi’nde olan o arazi de ilçe sınırları dışında kaldı. Kadıköy Belediyesi kendi mülkü olan fakat sınırları dışında kalan arazisini elden çıkartıyor. Olay bu kadar basit; Babuşçu’nun bunu “birilerine peşkeş çekmek” olarak nitelendirmesi ise tek sözcükle ayıp!
Nitekim kendisini yanıtlayan Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk o “belge”yi tek bir sözel fiskeyle çöp sepetine gönderdi.
***

Hürriyet’te Fatih Çekirge İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile konuştu. Başkan, Fatih Çekirge’nin, “Mühürlediğiniz bir garajı nasıl kapatamadınız? Vicdanınız rahat mı?” sorusuna şu yanıtı veriyor:
“İki vatandaşımızın hayatını kaybettiği garajı mühürlemişiz. Şubat ya da Mart ayında. Ancak o tarihten bu tarihe garaj çalışmaya devam etmiş. Bu nasıl olmuş? 6 ay içinde ikinci kez mühürlenebilirdi ve yasaya göre ancak ikinci kez mühürlendiğinde savcılığa müracaat edilebiliyor. İşte buradaki ihmali kabul ediyorum. İşin başındaki bir kişi olarak sorumluluğumu biliyorum ve bu yüzden soruşturma açtırdım. Bu gecikme nasıl olmuş araştırılacak.”
Garajın mühürlenmesinden bu yana geçen aylar içinde çalışmaya devam etmesinin nasıl olduğunu Başkan bize soruyor. Tuhaf değil mi?

Karaköy’deki Kadıköy iskelesi battığında da benzer şeyler söylemişti Başkan, “Hay Allah, nasıl olmuş da batmış? Araştıracağım,” demişti. Bu araştırmanın sonucunu bir bilenimiz var mı?
Doğal ki en belirgin tuhaflık İstanbul gibi dev bir metropolün Belediye Başkanı’nın insan ölümlerindeki ihmalini kabul etmesine karşın hala o koltukta oturma hakkını kendinde görebilmesidir. Buna “medeni cesaret” mi yoksa “başka şey” mi demeli, bilemiyoruz. Bir de “Vicdanınız rahat mı?” sorusu var ki muhatap bir AKP’li olduğuna göre yanıtının bir “muamma” olarak kalacağını gözümüz kapalı söyleyebiliriz.

***

Bu arada AKP’ye oy veren seçmenlere bir müjdemiz var: Maliye Bakanlığı Ocak-Ağustos döneminde bütçenin 31,3 milyar TL açık verdiğini açıkladı. Bu rakam geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 780’lik bir artışa denk geliyor. Hayırlara vesile olur inşallah.
Amin!

KADİR TOPBAŞ’A AÇIK MEKTUP - 14.09.2009


Sayın Başkan,
Doğrudur, İstanbul toplam 44 yıl atanan veya seçilen Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanları tarafından yönetilmiştir. Siz, 1945 doğumlusunuz, üç aylıkken İstanbul’a gelmiş, bu kentte yaşamışsınız. İstanbul’un 1950’lere kadar musluklarından akan suların içildiği, doğası korunmuş, tüm kıyılarından denize girilebilen, banliyö trenleri, tramvayları, dolmuşları ve şehir hatları vapurlarıyla ulaşımın kolayca sağlandığı, eğlence dünyası görgülü, insanlarının yaşantısı “mazbut”, modernleşmekten de geri kalmayan, yaşanası bir kent olduğunu bilmiyor olabilir misiniz?

İstanbul’da bugün yaşanan olumsuzların nedeni olarak CHP yönetimlerini göstermek bu kentin büyükşehir belediye başkanlığını yapan sizin gibi bir kişiye yakışır mı?
14 mayıs 1950 günü Demokrat Parti iktidara gelene kadar İstanbul CHP tarafından atanan, aynı zamanda belediye başkanı da olan beş vali tarafından yönetilmiştir. DP iktidarı, CHP tarafından atanan Fahrettin Kerim Gökay’ı görevden almamış, İstanbulluların “mini mini valimiz” diye andıkları Ord. Prof. Dr. Gökay yedi yıl daha makamında kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve II. Dünya Savaşı’nın zor koşullarında görev yapan o saygın kişilikleri anımsayalım: Ali Haydar Yuluğ (15 nisan 1923-8 haziran 1924), Emin Erkul (9 haziran 1924-20 ocak 1926), Muhittin Üstündağ (29 ocak 1926-4 aralık 1938), Lütfi Kırdar (8 aralık 1938-16 ekim 1949) ve Fahrettin Kerim Gökay (24 ekim 1949-26 ekim 1957).
***
Sayın Başkan,
Siz, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu, doktora vermiş, akademik unvan taşıyan bir kamu yöneticisisiniz. Yönettiğiniz kentin estetiğinin bozulmasının, gecekondulaşmanın, İstanbul’un canına okunmasının Demokrat Parti iktidarıyla başladığını, kent yağmasının bizzat dönemin başbakanı Adnan Menderes tarafından yönetildiğini bilmiyor musunuz? O gelişigüzel açılan arterler, o iğdiş edilen meydanlar, o usulsüz istimlâkler DP’nin eserleri değil midir? Yaşanan bu imar rezaletlerine ilişkin gençliğinizden kalma hiç mi anınınız yoktur? Eğer yoksa siz nasıl bir İstanbullusunuz? Gençliğinizi cam fanus içinde mi geçirdiniz? O yıllarda kentte hiç dolaşmadınız mı? Başlayan betonlaşma genç yüreğinizi acıtmadı mı?
Eğer bugün yaşanan acıların sorumlusunu geçmişte arıyorsanız DP tarafından atanan vali ve belediye başkanlarını: Kemal Hadımlı (12 temmuz 1957-5 ekim 1957), Mümtaz Tarhan (29 kasım 1957-11 mayıs 1958), Ethem Yetkiner (14 mayıs 1958-24 aralık 1958), Kemal Aygün 25 Aralık 1958-27 mayıs 1960). 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi tarafından atananları: Refik Tulga (27 mayıs 1960-14 haziran 1960 ve 24 eylül 1960-26 şubat 1962), Şefik Erensü (14 haziran 1960-24 eylül 1960). Adalet Partisi’nden seçilenleri: Faruk Ilgaz (12 mart 1968-6 haziran 1968), Fahri Atabey (8 haziran 1968-9 aralık 1973). 12 Eylül Darbecileri tarafından atananları: İsmet Hakkı Akansel (12 eylül 1980-30 ağustos 1981), Ecmel Kutay (30 ağustos 1981-24 eylül 1982), Abdullah Tırtıl (24 eylül 1982-26 mart 1984) ve Anavatan Partili Bedrettin Dalan’ı (26 mart 1984-28 mart 1989) niçin söz konusu etmiyorsunuz?
Sözünü ettiğiniz o 44 yılın 17’sinde görev yapan, İnönü hükümetleri tarafından atanmış Turan Ertuğ, Kadri İlkay, Kamuran Görgün, Niyazi Akı, Necdet Uğur (27 şubat 1962-9 aralık 1963)ile CHP’den seçilmiş Haşim İşcan (10 aralık 1963-11 mart 1968), Ahmet İsvan (14 aralık 1973-11 aralık 1977), Aytekin Kotil (14 aralık 1977-12 eylül 1980) ve Nurettin Sözen’in (28 mart 1989-27 mart 1994) İstanbul’a verdikleri hizmetleri elinizi vicdanınıza koyup inceleyin. Bugün yaşanan sel felaketinde bu başkanlardan hangisinin sorumluluğu vardır? Ad verebilir misiniz? Şu nedenle, diyebiliyor musunuz? Suçlamanızın somut bir dayanağı var mıdır? Eğer yoksa eğer ad veremiyorsanız bu suçlama sizi töhmet altında bırakmaz mı? Niçin bu ağır yükün altına giriyorsunuz?
Sayın Başkan, 27 mart 1994 tarihinden bugüne kadar İstanbul’u sizler yönettiniz. Bugün yaşananların sorumlusu sizlersiniz. Geçmişi sorumlu tutmak sorumluluktan kurtulmanın en çıkmaz yoludur. Doğrudan sapmayın, gerçeğin sillesi çok güçlü olur, unutmayın. İstanbullu sizleri bir daha seçmez, seçmeyecek; bari adınız temiz kalsın.
Saygılarımla,







AYAMAMA DERESİ YA DA BİR TÜRLÜ AYAMAMA - 13.09.2009


Ayamama, 15 yıl öncesine kadar Başakşehir, İkitelli, Mahmutbey, Güneşli ve Yenibosna’dan geçip Ataköy’den Marmara denizine dökülen bir dere, bu kentin zenginliklerinden bir doğa parçasıydı. Açgözlü yerel yönetimler Yamama Deresi’nin yatağını parça parça yağmaya açtılar. Dere, geçen Salı sabahı yağan şiddetli yağmurla çılgına döndü, hapsedildiği beton akaktan kurtuldu, iki yanını kuşatmış yapıların arasından kendine denize ulaşacak bir geçit bulamayınca köpürdü, taştı; önüne geleni silip süpürdü, yuttu, can aldı .

***

Ayamama bir dere, bir akarsu, doğası gereği akacak, sen bunu engellersen günü geldiğinde kanaldı, betondu dinlemeyip taşar, sel olur. Bir doğa yasasıdır bu! O sabah da bu şaşmaz yasa işledi, dere, beton bariyerleri önüne katıp önce Holiday İnn otelini, sonra Cargo Türk’ün, Yurtiçi Kargo’nun, Banvit’in depolarını bastı, daha sonra da 212 Alışveriş Merkezi’ni. Fakat en büyük felaket -başka ad bulunamadığından olacak-, “Osmanlı” adı verilen, 300 kamyonun park ettiği TIR otoparkında yaşandı. Sel sularının sürüklediği araçlar birbirine girdi. TIR şoförlerini uykuda yakalayan sular 13 can aldı.
Başbakan, Vali, Büyükşehir Belediye Başkanı açıklamalar yaptılar, bunun bir “doğal afet” olduğunu söylediler, halka öğüt verdiler. “Sakın ha, dere yataklarına yapı kondurmayın, ölürsünüz!” dediler. Dere yatağına beton kondurma iznini halk vermiş gibi.
AKP iktidarının seçilmişleri de, atanmışları da cin fikirliler ya, akılları sıra halkı suçlayarak, kendi sorumluluklarını saklayacaklar.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı açıklama yaptı, “Biz bu yılın şubat ayında o TIR otoparkının ruhsatını iptal ettik,” diye. Ama otopark işletmecisinin “iptal edilmiş” ruhsatla nasıl olup da yedi ay boyunca işini sürdürebildiğini söylemedi.

***

Merak ettiğimiz o kadar çok şey var ki…
Ayamama Deresinin “ıslah” projesini hangi yüklenici şirket üstlenip yürüttü. “Islah” denilen, fakat son sel felaketiyle “göz boyamadan” başka bir şey olmadığı anlaşılan bu “iş” karşısında şirkete ne ödendi?

Dere yatağına imar iznini hangi yerel yönetimler verdi?
Osmanlı TIR otoparkının sahibi kim? Dere yatağının yanı başına garaj kurma ruhsatını hangi yerel yönetim döneminde aldı? TIR’larının içinde can veren 13 şoförle birlikte Basın Ekspres Yolundaki 20 ölümden kim sorumludur?
Halk mı, yoksa kent yöneticileri mi?

Bu ölümler birer kaza mıdır, yoksa cinayet midir? Bir cezası, bir bedeli olmayacak mıdır? Ölenler, öldükleriyle mi kalacaklardır?
Burası neresidir? 18. yüzyılın Teksas’ı mı?

***

Ayamama bir simgedir; farkında olmayışın, farkında olmak istemeyişin, gözü dönmüşlüğün simgesidir. “Geliyorum” diyen felaketler, ölümler karşısında bile ayamamak bu kez de yoksul emekçilerin canlarına mal olmuştur. Ölenlerin tümü emekçidir, tekstil işçisi kadınlardır, TIR şoförleridir. Adına kapitalizm denen bu yağma, talan, sömürü düzeninde yaşanan yıkımlarda ölenler hep onlardır, dere yataklarına sıfır yapı konduranlar, doğayı kuşatıp tutsaklaştıranlar, suları çılgına çevirip masum ölümlere neden olanlar yaşarlar.
Ayamama Deresi bir kez daha “ıslah” edilecekmiş, edilebilir; belki gerçekten de “ıslah” olabilir. Fakat her seçimde sandığa gidip bu ölümcül düzenin sahibi partilere oy veren, bir türlü ayamayan aymazları kim “ıslah” edecektir? Allah mı?
Bu da başlı başına bir merak konusudur.


HIRSLAR, ÖFKELER AKLIN ÖNÜNE GEÇMEMELİ - 07.09.2009


Yüzde 35’i Batı ve Güney illerine yerleşmiş, 7 milyon 136 bini 23 Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşayan, yalnızca beş ilde nüfus çoğunluğu oluşturan, toplam sayısı 10 milyon 976 bin olarak varsayılan Kürtlerin yasal-siyasal temsilcilerinin ve kanaat önderlerinin Kürt sorununa yaklaşımları ana hatlarıyla gerçekçidir.
1 Eylül 2009 Dünya Barış Günü’nde Diyarbakır’da düzenlenen geniş katılımlı mitingde konuşan DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, demokratik açılım sürecinin aslında, “Kürt sorununun tartışıldığı bir süreç olduğunu'' söyledikten sonra sözlerini, “Yine Türkiye'de farklı bir tartışmanın yaşandığını görüyoruz. ‘Üniter devletten taviz vermeyiz’ diyorlar. ‘Türk bayrağı hepimizin bayrağıdır’ diyorlar. Bayrakla ilgili Kürtlerin bir sorunu var mı? Hayır yok. Olmayan şeyleri niye gündeme getiriyorsunuz? Biz Kürt sorununun üniter devlet yapısı içinde çözülebileceğini söylemedik mi? Söyledik,” diyerek sürdürmüştür.
DTP’li Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Ahmet Türk ve diğer konuşmacıların yaptıkları “onurlu barış” çağrısını yinelerken, Güneydoğu’da sürdürülen askeri operasyonların durdurulması yolundaki talepleri dile getirmiştir: “Gelin tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi Diyarbakır’da da ortak barışın ve birliğin anıtını dikelim. (Gelin adalete teslim olun) diyorlar. Hangi adalete, bunca acı ve ıstırabın temel nedeni bu adalet anlayışı değil mi? AK Parti’si de, DTP’si de, muhalefeti de daha cesur olmalı. Ateşkes tek taraflı yürümez, silahlar aynı anda susmalıdır…”
Tartışmanın amacı bir ortak paydada buluşmak, uzlaşmak, ortak çözümler üretmektir. Bu bağlamda DTP yöneticilerinin sözlerine önem verilmelidir. Örneğin, Osman Baydemir’in ileri sürdüğü “karşılıklı ateşkes” önerisini herkes benimsemeyebilir, fakat benimseyeceklerin sayısı da önemsenmeyecek ölçüde az değildir. Tartışma sürecinde taraflar birbirlerine çok aykırı gelen, birbirlerini ürküten, karamsarlığa götüren görüşler de ileri sürebilirler. Bu görüşler de soğukkanlılıkla tartışılmalıdır.
DTP milletvekilleri arasında ılımlılığı ile öne çıkan hukukçu bir Kürt aydını olan Aysel Tuğluk’un aşağıya bir bölümünü aldığım açıklamasında altlarını çizdiğim iki cümle ise düşündürücüdür:

“Tek devlet, tek bayrak bunlarla bir sorun yok. Ama içindeki halkların barıştırılması gerekir ve haklarının güven altına alınması gerekir. Eğer bu süreç de tıkanırsa o zaman başka seçenekler de tartışılır. Kürtler de ayrılığı tartışmaya başlayabilir. Bunu bir öngörü olarak söylüyorum. Resmi dilin Türkçe olmasında da hiçbir problem yoktur. Ancak katı bir ulus devlet anlayışında diretmek çılgınlıktır, hele hele bunu Mezopotamya gibi çok kültürlü ve çok kimlikli bir bölgede yapmak intihardır.”
Tek devlet, tek ulus gibi Türkçenin resmi dil olmasında da bir sorun olmadığının dile getirildiği bir açıklamada bu cümleler ne anlama gelmektedir? Bir “öngörü” de olsa bu tür sivri söylemlerin tartışma sürecine olumlu bir katkısı olabilir mi?
Ancak küs olanlar, kavgalılar barışır; Türk ve Kürt halkları kavgalı mıdırlar ki barışsınlar? Yersiz bir söylemdir; ikinci cümle de öyle. Bu ayrıca tartışma sürecinin gelişmesine tümüyle ters düşen niteliktedir. “Ayrılarak kendi devletini kurmak” düşüncesi özellikle Kürt aydınları arasında yeni bir şey değildir. Örneğin Avukat Faik Bucak liderliğindeki Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi 1965 yılında bu amaca yönelik olarak kurulmuştu. O dönemde neredeyse tüm Kürt örgütleri aynı amacı paylaşıyorlardı. “Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi” düşüncesi Kürt aydınlarının büyük çoğunluğunu sarmalamıştı. Ayrılmak, bağımsız bir Kürt Devleti kurmak PKK’nın da uzun bir dönem hedefleri arasında yer aldı. Ne var ki hayat Türkiye’nin tarihsel, nesnel ve jeo-stratejik koşullarında bunun olanaksız olduğunu gösterdi. Birçok Kürt aydını düşüncesini gözden geçirdi, yoksa bugün sürdürülen tartışmalar kendine bir zemin bulamazdı.
Bu coğrafyanın gerçekleri Türklere ve Kürtlere birlikte yaşamayı dayatıyor. Yaşanan ve yaşanacak olan ortak hayat eşitlikçi, dayanışmacı, özgür, güzel, mutlu ve verimli olmalı. Tartışmalar ancak bu amaca yöneldiğinde bir anlam taşıyacaktır.
Daha dün denecek kadar yakın bir zamana kadar “Kürt” sözcüğünün bile korkuyla dile getirildiği anımsanırsa bugünün önemi çok daha iyi anlaşılır. Kısacası tartışmaya devam, ama hırsın, öfkenin aklın önüne geçmesine izin vermeden.


TÜRKİYE’DE KÜRTLER : SAYISAL VERİLER - 06.09.2009


Kürtler etnik azınlık mıdır, farklı kökenden bir halk grubu mudur, yoksa uluslaşmış bir nüfus parçası mıdır, bunları tartışırken, üzerinde söz ürettiğimiz insanların toplam Türkiye nüfusu içindeki payları nedir, kesin olarak bilmiyoruz. Bu durumdan, bu ülkede “etnik ayrımcılık yapılmadığı” sonucunu da çıkartabiliriz, fakat bu gerçeği yansıtmayan iyimser bir saptama olur. Osmanlı’da Kürtler “Müslüman nüfus” içinde değerlendirildiğinden, Cumhuriyet döneminde de 1925 Şeyh Sait Ayaklanması’ndan sonra, Takriri Sükun Kanunu ile birlikte “yok” sayıldıklarından sosyo-demografik durumlarını belirlemek yolunda -gerçeği yansıtması kuşkulu- anadil sayımlarından başka hiçbir çalışma yapılmamıştır.
Kürtlerden farklı bir etnik grup olarak söz edilmesi 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ortamında mümkün olabilmiştir. Toplum Türkiye’deki Kürtlerin varlığından 1960’lı yılların ilk yarısında yayımlanmaya başlayan Yön ve Sosyal Adalet dergilerinden, 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin yayınlarından öğrendi. 1965 yılında yapılan genel seçimlerde ilk kez bir Kürt aydını, Dr. Tarık Ziya Ekinci Türkiye İşçi Partisi milletvekili olarak TBMM’ne girdi. 1969 yılında İsmail Beşikçi’nin “Doğu Anadolu’nun Düzeni” adlı yapıtı yayımlandı. 1967-1969 yılları arasında 10 ilde düzenlenen “Doğu Mitingleri”ne on binlerce insan katıldı. Bu mitinglerin getirdiği ivmeyle yasal-siyasal Kürt hareketinin öncüsü kabul edilen Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) adlı öğrenci-gençlik örgütü kuruldu.
Toplam nüfusumuzun 31.391.421 olarak belirlendiği 1965 genel nüfus sayımında yurttaşlara son kez “anadillerinin ne olduğu” soruldu; toplam nüfusun % 7,1’ini oluşturan 2.219.547 yurttaşımızın anadillerinin Kürtçe olduğu kayıtlara geçti. Gerçeğe uygunluğu tartışılabilir olmakla birlikte bu sayı, mutlak ve oransal olarak Kürt nüfusa ilişkin Türkiye Cumhuriyeti’nin elindeki son resmi veridir. Çünkü bir daha bu tür bir sayıma gerek görülmemiştir, dolayısıyla karşılaştırma olanağı da yoktur.
***

Böyle olunca Kürt nüfusa ilişkin olarak ortada dolaşan hiçbir sayı doğru kabul edilebilecek sağlıkta değildir. Bu verilerden birkaçına göz atalım:

- Peter Alford Andrews’ün ABD merkezli “Ethnologue Data From: Languages of the World” adlı kuruluş için hazırladığı rapora göre 2001 yılında Türkiye’de yaşayan Kürtlerin genel nüfusa oranı % 8,36’dır. (5.852.000 kişi)
- 2007'de Milliyet gazetesinin KONDA Araştırma Kuruluşuna yaptırdığı ankette yüz yüze görüşme yapılan yaklaşık 50 bin kişinin %13,4'i kendisini Kürt olarak tanımlamış ve 18 yaş altındaki nüfusun eklenmesiyle bu oranın %15,68'e çıkıp, toplam nüfusa adapte edildiğinde Kürt nüfusunun 11 milyon 445 bin kişi olduğu sonucuna varılmıştır. (Daha sonra TUİK tarafından yapılan yeni nüfus düzenlemesiyle bu sayının 10 milyon 976 kişiye inmesi gerekmektedir.) Bu nüfusun % 35’i -3 milyon 800 bin kişi- Doğu ve Güneydoğu bölgeleri dışında yaşamaktadır.
- 2008 yılında CIA’in internet sitesinde, The World Factbook bölümünde Türkiye’deki Kürt nüfusun toplam nüfusun % 18’ini oluşturduğu varsayılmaktadır. Bunun sayısal karşılığı 12 milyon 780 bindir.
- Ortada dolaşan verilerden biri de Joshua Project adlı bir kuruluşa aittir. Bu kuruluşa göre 2000’li yıllarda Türkiye’deki Kürt sayısı 14 milyon civarındadır.
- Ali Tayyar Önder’in “Türkiye’nin Etnik Yapısı” adlı çalışmasında ise Kürt nüfusun oranı % 6,76 olarak verilmektedir. (2008 verilerine göre 4.867.200 kişi)
***
Görüldüğü gibi ülkemizdeki Kürt nüfusuna ilişkin veriler 14 milyon ile 4,9 milyon arasında değişmektedir! Bize en gerçekçi görünenleri KONDA’nın sayılarıdır. Bu verilere göre Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşayan Kürt yurttaşlarımızın sayısı 7 milyon 136 bindir. Bu nüfus 23 ile yayılmıştır. Demokratik Toplum Partisi’nin bölgede aldığı oylar ölçüt olarak alındığında bu illerden beşinde (Diyarbakır, Hakkâri, Muş, Şırnak ve Zazaların da Kürt olduğu kabul edildikleri takdirde Tunceli) Kürt nüfus çoğunluğundan söz edilebilir.
Konuyu yarın noktalayacağız.

İSPANYA, ÜNİTER DEVLET VE ULUS ÜZERİNE - 02.09.2009


Geçen Pazar günkü yazımdaki İspanya’nın “üniter bir ulus devlet” olduğu görüşüme ilişkin olarak bir akademisyen okurumdan, Sayın Prof. Dr. O.S.K.’dan konuya açıklık getirmemi isteyen bir “uyarı” iletisi aldım. Kendisine teşekkür ediyorum. Gerçekten de bu görüş bir açıklama gerektiriyor. Bu durumda en doğru yöntem İspanya Anayasa’sına başvurmak.
1978 yılında kabul edilen İspanya Anayasası’nın ilk üç maddesi “aynen” şöyle:
“Madde 1/1 : İspanya demokratik ve sosyal hukuk devleti olarak kurulmuştur ve özgürlük, adalet, eşitlik ve siyasal çoğulculuğu hukuk düzeninin en yüksek değerleri olarak benimser.
Madde 1/2: Tüm devlet erkinin kaynağı olan İspanyol halkı ulusal egemenliğin taşıyıcısıdır.
Madde 1/3: İspanyol devletinin devlet biçimi parlamenter monarşidir.
Madde 2: Anayasa, İspanyol ulusunun çözülmez birliğine, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez vatanına dayanır; ulusun parçaları olan milliyetleri ve bölgelerin özerklik haklarını tanır, bu hakları ve kendi aralarındaki dayanışmayı sağlar.
Madde 3/1: Kastilya dili İspanya’nın resmi devlet dilidir. Tüm İspanyollar onu öğrenmekle yükümlü ve onu kullanma hakkına sahiptirler.
Madde 3/2: Özerk topluluklarda ve statülerine göre diğer İspanyol dilleri de aynı şekilde resmidir.
Madde 3/3: İspanya’nın dil farklılıklarındaki zenginlik, özellikle dikkat edilmesi ve korunması gereken bir kültür değeridir.”

***

Görüldüğü gibi İspanya, Anayasasına göre resmi dili Kastilya dili (İspanyolca) olan bir ulus-devlettir. Anayasa ülkedeki farklı (ulusal aidiyetleri) “milliyetleri” (Basklar ve Katalanlar) tanımakta fakat onları “İspanyol ulusunun parçaları” olarak kabul etmektedir.
İspanya’nın 17 özerk bölgeden oluştuğu doğrudur, fakat yalnız üç bölgedeki (Bask Ülkesi, Katalanya ve belli ölçüde Galiçya) nüfusta etnik farklılık mevcuttur, dolaysıyla etnik temele dayanan özerklik yalnız bu eyaletler için söz konusudur. Ayrıca Anayasada “federe devlet” kavramı yer almamakta, özerk bölgeler, “muhtar cemaat, cemiyet, topluluk, toplum” anlamına gelen “Comunidades Autónomas” sözcükleriyle anılmaktadır. Fakat esas belirleyici olan Anayasa’nın 145. maddesidir. Bu maddeye göre özerk toplulukların bir federasyon oluşturmalarına izin verilmez. Yasaktır. Özgün metin: “En ningún caso se admitirá la federación de Comunidades Autónomas.”
Bilindiği gibi federal devletlerin oluşması için “federe devletlerin” varlığı önkoşuldur. Bölgesel-yönetsel özerlik ise mutlaka bir “federe devlet” anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla, İspanya yürürlükteki anayasal düzenine göre bizim anladığımız anlamda, örneğin ABD, Almanya, Avusturya vb gibi federatif bir devlet değildir. Bu durumda, Anayasa’da belirtilen ulus-devlet niteliği de göz önünde bulundurulacak olursa federatif birliğe izin verilmeyen bir ülkeye “üniter devlet” demek yanlış olmaz sanırım.
***
Köşe yazarı dostum ise hem yukarıda açıklamaya çalıştığım konuya hem de yazılarımda sıkça başvurduğum “ulus” tanımıma takılmış. Bir halkın ulus olabilmesi için mutlaka bir “bayrağı” ve “devleti” olması gerektiğini söylüyor. İran’daki Azerileri bu nedenle ulus olarak kabul etmiyor, “onlar halktır” diyor. Pazar günkü yazımın “hata dolu” olduğu kanısında.
Biz, ilkokuldan başlayarak yüksek öğrenimimizi tamamlayana kadar hep aynı tanımla açıkladık ulus’u. “Ulus ya da millet, aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluktur,” dedik. İran Azerileri bu tanımın neresine aykırı düşüyor?
Önce öğretmenlerimiz, sonra hocalarımız bize ulusun oluşum koşulları olarak, “toplulukta ortak bir dilin konuşulması, ortak bir tarihsel geçmişe sahip olunması, bir arada yaşayan topluluğun gelecek için de bir arada yaşama inancında olması, topluluktaki bireylerin ortak gelenekleri ve duyguları paylaşması, aralarında kültürel ortaklığın bulunması” gerektiğini anlattılar.
“Bayrak” ve “devlet” koşulları ne zaman çıktı, bunu bilemiyorum, atlamış olmalıyım!




MİLLETSİZ MİLLİYETÇİLİK OLUR MU? (2) - 31.08.2009



Anımsayalım; 1960’lı yıllardan itibaren özellikle sol kesimde, Anadolu Kürtleri tanımlanırken, “Kürt milliyeti” kavramı kullanılırdı, fakat 12 Eylül’den sonra sol’un sesinin kısılmasına koşut olarak bu kavram sosyalist sol çevreler dışında pek duyulmaz oldu.
Benim kullandığım, birçok okurumun tepkisine yol açan “ulus” tanımını da bir yana koyacak olursak Türkiye’deki Kürt varlığını, nesnel, tarihsel olgu ve süreçleri göz ardı etmeden nasıl tanımlayacağız? Doğru tanım önemlidir, çünkü birlikte yaşama koşullarının yaratılması ancak doğru tanımlanan temeller üzerinde gerçekleşebilir. Yukarıdaki başlığa dönecek olursak, “Kürt ulusu/milleti” ya da “Kürt uluslaşması/milletleşmesi” eğer yoksa o zaman çoğumuzun varlığında hemfikir olduğu Kürt milliyetçiliği nasıl var olabiliyor?
Belki ben yanılıyorumdur, Anadolu Kürtleri uluslaşmamıştır/milletleşmemiştir ya da böyle bir süreç yaşamamışlardır, yaşamamaktadırlar. Bu durumda Kürt milliyetçiliği kavramı havada kalmış olmuyor mu? Öyleyse hayatta karşılığı olmayan bir kavramı niçin kullanıyoruz? Tartışmaya değmez mi?


***

Dün tüm yurtta coşkuyla kutladığımız 30 Ağustos, 19 mayıs 1919 günü başlayıp 9 eylül 1922 günü sonlanan kurtuluş savaşı sürecinde kazanılan en büyük askeri zaferin sahibi ordumuzun bize armağan ettiği büyük bir bayramdır. Zafer Bayramını kutlarken, bu zaferin sahibi orduyu yenik, çökmüş, yorgun, yoksul ve yoksun bir ülkede hiç yoktan var etmenin yollarını döşeyen Erzurum ve Sivas kongrelerini, Müdafai Hukuk Cemiyetlerini, Heyeti Temsiliye’yi, ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni de böyle önemli günlerde anımsamak, saygıyla anmak gerekir.

En başta da ordusunu besleyen, birbiriyle kenetlenmiş farklı etnik kökenlerden halkımızı. Bu kenetlenme farklı etnik kökenlerden insanların birbirlerine olan karşılıklı güven, anlayış ve saygılarının ürünüdür. Bu, bizi 30 Ağustos Zaferi’ne götüren sivil siyasetin başlıca temellerinden biridir. Belgelere bakalım.
Erzurum Kongresi Beyannamesinden: “Trabzon vilâyeti ve Canik sancağıyla Doğu Vilâyetleri namını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Elaziz, Van, Bitlis Vilâyeti ve bu saha içindeki bağımsız livalar hiçbir sebep ve bahane ile yekdiğerinden ve Osmanlı topluluğundan ayrılmak imkânı tasavvur edilemeyen bir bütündür. Mutluluk ve felâketle tam ortaklığı kabul ve geleceği hakkında aynı maksadı hedef alır. Bu sahada yasayan bütün İslâmî unsurlar, yekdiğerine karşılıklı bir fedakârlık duygusuyla dolu ve ırkî ve toplumsal durumlarına saygılı öz kardeştirler.” (7 Ağustos 1919) (Bk. Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadele’de Erzurum, S. 168 vd)
Sivas Kongresi Beyannamesinden: “Devleti Aliye-i Osmaniye ile İtilaf Devletleri arasında aktedilen ateşkes antlaşmasının imza olunduğu 30 Ekim 1918 tarihindeki hududumuz dahilinde kalan ve her noktasında İslâm ezici çoğunluğunun oturduğu Osmanlı memleketleri kısımları yekdiğerinden ve Osmanlı topluluğundan ayrılması kabil olmayan ve hiçbir sebeple bölünmez bir bütün oluşturur. Belirtilen ülkede yaşayan bütün İslâmî unsurlar, yekdiğerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu ve yekdiğerinin ırkî ve toplumsal hukukları ile çevre şartlarına tamamıyla saygılı öz kardeştirler.”(11 Eylül 1919) (Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Sivas Kongresi'nce kabul edilen Beyannamesi - Tarih Vesikaları, C.1, Sayı 1, S.7)
Atatürk’ün hazırladığı 19 ocak 1920 tarihli ilk Misak-ı Milli taslağı: “… bütün İslâmî kavimler yekdiğerine karşı millî ve yerel hukuk ve karşılıklı güvence esâsı üzerine ortak vatanı müdafaa ve muhafazada birleşmişlerdir.” (Harp Tarihi Başkanlığı Atatürk Arşivi, klasör 21, fihrist: 2-1'den aktaran Atatürk Haftası Armağanı, No: 6, s.41)
Birleştirici bir anlayışı yansıtan bu belgelerden alınacak çok ders vardır.

MİLLETSİZ MİLLİYETÇİLİK OLUR MU? (1) - 30.08.2009


Tartışmalar sırasında kafama bana önce önemsiz gibi gelen, ama düşündükçe mutlaka bir yanıt bulması gerektiğine inandığım bir soru takıldı: “Milletsiz/ulussuz milliyetçilik/ulusçuluk Olur mu?” Soru basit gibi görünse de önemli, çünkü Kürt sorununa ilişkin olarak kendileriyle tartıştığım birçok kişi ortaya attığım “Kürt milleti/ulusu” kavramını kesinlikle reddederken, aynı zamanda da “Kürt milliyetçiliğinden/ulusçuluğundan” söz ediyorlardı. Doğrusu bu bana önemli bir çelişki gibi geliyor. Çünkü “ulus” ya da “uluslaşma” nesnel, altyapısal bir olgu, “milliyetçilik/ulusçuluk” ise öznel, üstyapısal bir ideoloji, siyasal bir görüştür. Bu, kuramsal olarak da, yeryüzünde 250 yıldır tanık olunan tüm uygulamalarda da böyledir, milliyetçilik/ulusçuluk ancak milletle/ulusla ortaya çıkar.

***

Kimi dostların, “ulus”-“üniter devlet” ilişkisinde evrensel düzeyde genel-geçer olmayan yaklaşımları var. Örneğin, üniter bir devlet ve resmi dili Farsça olan İran’da toplam nüfusun yüzde 24’ünü oluşturan Azeriler bir ulustur, İranlılarla kardeşçe bir arada yaşamaktadırlar; ülkenin sınır komşusu olan Azerbaycan Cumhuriyeti ile birleşmek gibi bir eğilimleri de yoktur. Üniter bir devlet ve resmi dili Bulgarca olan Bulgaristan’da nüfusun yüzde 9,4’ünü oluşturan Türklerin de Türkiye ile birleşmek gibi bir eğilimleri olmadığı gibi. Dahası, Katalanya ve Bask olmak üzere iki özerk bölgesi bulunan İspanya da “üniter” bir ulus-devlettir. Anayasasında “İspanyol ulusunun ve ülkesinin bölünmezliği”, “resmi dilinin İspanyolca olduğu” gibi ülkede “İspanyol ulusunu oluşturan farklı milliyetler bulunduğu”, “özerk bölgelerde konuşulan dillerin o bölgelerde resmi dil nitelik taşıdığı” maddesi de yer alır.
Özetle, yeryüzünde her ulusun, her dilin ille de bir devleti olmasını öngören anlayış, bir kural yoktur.

Sürdürelim, İsviçre diller arasındaki eşitliği koruma kaygısıyla üst-resmi dil olarak hiç konuşulmayan Latinceyi kabul etmiş (devletin resmi adı Latince Confoederatio Helvetica’dır - ‘CH’), dört resmi dilli (Fransızca, Almanca, İtalyanca, Romanş), federatif, ama aynı zamanda bir ulus devlettir. Yine bir ulus devlet olan İtalya’nın resmi dili İtalyancadır, ülkenin kuzeyinde, 30 bin nüfusa sahip Ladin vadilerinde Ladince, 500 bin nüfusla Trentino-Güney Tirol özerk bölgesinde Almanca, kuzeybatıdaki 126 bin nüfuslu Aosta vadisinde Fransızca, kuzeydoğudaki 141 bin nüfuslu Grozia özerk bölgesinde de Slovence konuşulmaktadır. Bu dillerin her biri “bölgesel-resmi” dil olarak tanınmış ve 1999 yılında çıkartılan bir yasayla koruma altına alınmıştır. Amerika Birleşik Devletleri, çok çeşitli uluslardan göçmenlerin kaynaşarak oluşturduğu tek dilli, federatif bir ulus devlettir, Almanya da.


***

Bu örneklerden de görüleceği gibi hiçbir devlet bir diğerine model oluşturmaz, her toplum kendi koşulları içinde kendi sürecini yaşar, devlet de var olan ya da süreç içinde oluşan nesnel koşullar temelinde ortaya çıkar. Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapıda bir devlet olarak kurulması da, Türkçenin resmi dil olarak belirlenmesi de birer nesnel, tarihsel zorunluluktu; bu zorunluluk günümüzde de geçerlidir. Nitekim Kürt sorunu çerçevesinde tartışmacıların en keskinleri bile üniter devlet, resmi dil konusunda görüş birliğindedirler.
Soruna ilişkin anlaşmazlık öncelikle Türkiye’deki Kürt varlığının toplumbilimsel/siyasal tanımından kaynaklanmaktadır. Kürt varlığını nasıl tanımlayacağız? “Kürt halkı” ya da “Kürt toplumu” tanımlarının etnik-sosyolojik tanımlamalar ötesinde anlamları yoktur; “Kürt azınlığı” diyemiyoruz, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olan Lozan Antlaşmasında azınlıklar belirlenmiş, Rum ve Ermeni nüfus dışındaki etnik unsurlar bu kavram içinde değerlendirilmemiştir.

Yarın devam edelim.

BİRİ ÇIKIP ANLATSA! - 26.08.2009

Pazartesi akşamı televizyonda, Diyarbakır’da oynanan Diyarbakır-Fenerbahçe futbol karşılaşmasını izledim. Diyarbakırspor ligin ilk haftasında kendi stadında oynadığı maçta Ankaragücü ile 2:2 berabere kalmış, geçen hafta da Trabzon’da Trabzonspor’u 2:1 yenmişti. Çekişmeli bir karşılaşma olabilir, kendi sahasında Fenerbahçe’den de puan koparmayı başarabilirdi. Olmadı. Maçın 26. dakikasında 1:0 öne geçmesine karşın yenilmekten kurtulamadı. Diyarbakırsporlu seyircilerin “dolaylı” desteğini alan Fenerbahçe karşılaşmayı 3:1 kazandı.
Diyarbakırsporlu yandaşların davranışları anlaşılır gibi değildi; sahaya attıkları pet şişelerle, çakmaklarla, taşlarla kendi futbolcularının oyun düzenini bozuyorlardı. Stat yükselticilerinden anonslar yapılıyor, Diyarbakırsporlu futbolcular tribünlere giderek yandaşlarının taşkınlıklarını önlemeye çalışıyorlardı. Fenerbahçe’nin ikinci golü de ev sahibi takımın dikkatinin iyice dağıldığı bir sırada geldi.
Ne var ki izleyiciler yenilen golle birlikte durulacakları yerde daha da taşkınlaşıyorlardı. FB’li futbolcular sahaya atılan yabancı maddeleri topluyorlar, işi giderek zorlaşan hakeme götürüyorlardı. Oyunun iyice çığırından çıktığı bir sırada, 77. dakikada, genç bir adam sahaya girdi, peşinde güvenlik güçleri, bir kaleden öbürüne koşarak kendini kalenin içine attı. O, yaka paça dışarı çıkartılırken yabancı madde yağmuru sürüyordu.
Sonuna doğru bir kâbusa dönüşen ve duraklamalar nedeniyle beş dakika uzatılan karşılaşma sona erdi, oyuncular güvenlik güçlerinin koruyuculuğunda kazasız belasız soyunma odalarına gidebildiler.

Daha sonra “olayların” kente de yayıldığını, geç saatlere kadar kentte yandaşlarla güvenlik güçleri arasında taş-biber gazı savaşları yaşandığını da buraya bir not olarak düşüyorum.

Maçtan sonra, “Diyarın Sesi” adlı internet gazetesinde “Yazıklar olsun - Taraftarımız 3 : Diyarbakır 1” başlığı altında izlenimlerini kaleme alan Diyarbakırlı gazeteci İsmail Aybal, “Değerli Diyarınsesi okurları ve gerçek Diyarbakır'lılar, hayatımda bu kadar rezil, bu kadar utanç verici bir maç izlediğimi hatırlamıyorum,” diye yazacaktı.
Takımı 1:0 öndeyken ve çok da iyi oynarken sahayı şişe, çakmak, maytap, taş yağmuruna tutup kendi oyuncularının moralini bozmak, oyunu soğutmak düz mantıkla çözülmesi olası olmayan bir yandaşlık anlayışıydı.

***

Kürt sorunu şu sıralar ülke gündeminin ilk sırasında, kamuoyunun dikkati de Kürt yurttaşlarımızın üzerinde. Diyarbakır ise Kürtlerin en yoğun olarak yaşadıkları kentlerimizden biri; özel bir önemi var. O taşkın Diyarbakırlı futbolseverler (!), toplumun bir kesiminin -önyargıyla- Kürtleri “şiddet” ile özdeşleştirdikleri bir dönemde bu tür davranışların sorunlarının çözümüne olumsuz etki yapabileceğini düşünmüyorlar mı?

Diyelim onlar düşünmüyorlar, düşünemiyorlar, statta başta Diyarbakırlı bir Bakan olmak üzere çok sayıda politikacı, üst düzey bürokrat, güvenlik görevlisi ve onca aklı başında insan varken, niçin birileri çıkıp da bunlara “Arkadaşlar, kendinize gelin!” demiyor. O zaman biz neyi tartışıyoruz? Boş yere mi birbirimize giriyoruz?
Yeniden futbola dönecek olursak… Diyarbakırspor’un beş sezon Süper Lig’de oynadıktan sonra 2006 yılında küme düştüğünde kente nasıl derin bir hüzün çöktüğünü biliyorum; sonrasında yaşanan zorlukların ağırlığı gibi bugünkü takımın hangi özverilerle kurulduğunu da… Üç yıl önce takım küme düştü diye gözyaşı döken yandaşlar, bugün futbolcularının morali bozulsun, ayakları dolaşsın diye ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Bakıyorum, maçtan sonra çıkan olaylarda polislere taş atan gençler yaşları 14-18 arası çocuklar. Birçok yaşıtları polislere taş attıkları için ağır cezada yargılanıyorlar, bizler de bu çocukları, toplumsal koşullarından, umutsuzluklarından yola çıkarak, “hafifletici nedenler” ileri sürerek ağır cezadan kurtarmak için çaba harcıyoruz. Yoksa havanda su mu dövüyoruz?
Diyarbakırlıların aklı başındaki büyük çoğunluğunu dışarıda tutarak soruyorum, bu yandaşlar, bu gençler, bu çocuklar ne istiyorlar? Kendi geleceklerine bu kadar mı kayıtsızlar? Biri çıkıp anlatsa!