23 Mart 2010 Salı

SİYASAL KAPIŞMA YA DA OTORİTERİZMİN DIŞA VURUMU - 08.02.2010

Beklenen kapışma en sonunda geçekleşti; AKP ve MHP milletvekilleri TBMM’de birbirlerine girdiler. Görünüşteki neden Başbakan’ın eşi Sayın Emine Erdoğan’ın türbanı olmakla birikte özde yatan neden her iki partinin birbirlerinin varlığına katlanamamalarına yol açan temel nitelikleridir. Dolayısıyla bu kapışma kaçınılmazdı ve eninde sonunda bir yerde patlak verecekti. Nitekim süreç çok daha önce, miting alanlarında kalabalıklara “darağacı ipi” atmak gibi görüntülerle başlamıştı; bugün de medyada ve alanlarda birbirlerini ağza alınamayacak sözlerle sürdürülmektedir.

***

Önce evrensel geçerliliği olan bir gerçeğin altını çizelim: otoriter yapılanmalar alan paylaşımını kaldırmazlar, birbirlerini ortadan kaldırarak alanın tek sahibi olabilmek için her yola başvururlar. Bu, nitelikleri açısından AKP ve MHP için de geçerlidir. Çünkü her iki siyasal/ideolojik yapılanma da otoriterdir ve Türkiye için öngördükleri düzen, demokrasinin ve bireysel özgürlüklerin kısıtlandığı, çoğulculuğun sınırlandırıldığı otoriterizmdir.

AKP, özü İslam’dan, MHP de özü milliyetçilikten kaynaklanan ideolojik/otoriter yapılanmalardır. Çünkü İslam da, milliyetçilik de doğaları gereği otoriterdir. Bu açıdan ele alındığında AKP’nin milliyetçi, MHP’nin de İslamcı söylemleri seçmen avına yönelik popülist propagandalardır. Her iki partinin yöneticileri de kendi yapılanmalarının iki ideolojiyi birden taşıyamayacağını bilmektedirler, dolayısıyla bu tür söylemler alan kapmada kullanılan birer araç olmaktan öte bir anlam içermemektedir.

***

Türkiye, toplumsal tarihi açısından otoriter yapılanmalara çok elverişli koşullar sunmaktadır. Bir mutlakiyetçi monarşi olarak demokrasi ile hiç tanışmamış Osmanlı geçmişimiz bir yana bırakılacak olursa Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Cumhuriyetimizin ilk 23 yılında ülkenin özgün koşullarına bağlı olarak uygulanan otoriter tek parti yönetiminde de doğası gereği çoğulculuktan söz edilemeyeceği gibi demokrasi ve toplumsal/siyasal/bireysel özgürlüklerden de söz edilemez.

Toplum 1946 yılında çok partili rejimle/parlamenter demokrasiyle bu yeni düzen için hiçbir savaşım vermeksizin tanışmıştır. Toplumun uğruna savaşım vermediği demokrasi ve temel insan hakları gibi kavramları içselleştirmesine olanak yoktur. Öte yandan 1950 yılında iktidarı CHP’den devralan Demokrat Parti de bu bağlamda iyi bir sınav veremediği gibi tam tersine giderek otoriterleşmiş, demokrasi, özgürlük ve insan hakları bağlamında kısıtlamaları uç noktalara vardırmıştır. Daha sonra MHP dışında kurulan ve ülkeyi yöneten tüm sağ partiler büyük bir övünçle Demokrat Parti’nin izleyicisi olduğunu söylemişlerdir.

Oldukça kısa süren CHP hükümetleri dışında Türkiye’yi 60 yıldır ya askerler, ya muhafazakâr, ya muhafazakâr-milliyetçi ya da muhafazakâr-İslamcı, fakat tümü de otoriter eğilimli iktidarlar yönetmiştir/yönetmektedir.

Bu gerçeklerden yola çıkarak bir durum dğerlendirmesi yapıldığında Türkiye’de toplumun ve bireylerinin demokrasi, özgürlük ve insan hakları kavramlarına ilişkin algı düzeylerinin bunları içselleştiremeyecek ölçüde aşağıda olduğu ortaya çıkmaktadır.

***

Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi başta Orta Anadolu olmak üzere Türkiye genelinde işleyen belirleyici süreç kimi yerlerde “İslamo-faşist” yerel yapılanmalar doğrultusunda belirginleşen otoriterizmdir.

AKP-MHP kapışması da bu elverişli koşulları siyasal amaçları doğrultusunda değerlendirerek alan kapma, kaptığı alanda “tek” olma kavgasından başka bir şey değildir.

TBMM’DEN GÖRÜNTÜLER - 07.02.2010




Olay,TBMM Genel Kurulunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’le ilgili olarak verilen gensoru önergesinin tartışılması sırasında çıkmıştı. Görünürdeki neden Milliyetçi Hareket Partisi milletvekili Osman Durmuş’un sözleriydi. Önerge sahibi olarak konuşan eski Sağlık Bakanı Durmuş, konuşmasının bir yerinde Adalet ve Kalkınma Partisi sıralarına dönerek, “Hele beyaz önlüklüler yok mu? Nejat Uygur'u ziyaret etmek isteyen hanımefendiye, 'Gülhane'ye gelmeyin' demişler. Sizi beyaz önlüklüler sizi, 3-5 kuruşu görünce kendinizi ne sanıyorsunuz? Peygamber olarak anılan bir Başbakan'ın eşini nasıl kabul etmezsiniz. 3-5 kuruş paranıza mı güveniyorsunuz? Sizin muayenehanelerinizi kapatsın da bir görün,” deyince ortalık gerilmişti.


Yenilir yutulur türden sözler değildi bunlar.


AKP milletvekili Bekir Bozdağ’a göre ise Durmuş’un sözlerinin aslı astarı yoktu; “(Başbakan’a) ne AK Parti'nin içerisinden, ne AK Parti'ye gönül verenler içerisinden bugüne kadar 'peygamber' diyen çıkmıştı. Kınanması gerekenler başı örtülü diye bu ülkenin Başbakanı'nın eşini GATA'ya almayan zihniyeti kınamayanlardı.”



***



Oysa vardı. AKP Aydın eski İl Başkanı ve İl Genel Meclisi üyesi İsmail Hakkı Eser, 14 Kasım 2008 günü yaptığı bir konuşmada Başbakan'a bağlılığını belirttikten sonra “O bizim için adeta ikinci peygamber” demişti.


Bekir Bozdağ bunu gerçekten bilmiyor muydu, yoksa durum öyle gerektirdiğinden mi bilmezden gelmişti, bu soruları yanıtlayabilecek durumda değiliz.


Ne var ki Başbakan da Bozdağ’a destek çıkmıştı. Söz almış, önce, “Her şeyden önce arkadaşımız peygamberlik zincirinin bittiğini bilmiyor. Son peygamberin, peygamberimizle beraber son bulduğunu bilmiyor ve şecaat arz ederken sirkatin söylüyor. Önce izan sahibi olacaksın!” diyerek Osman Durmuş’a öğüt vermiş, sonra da “Susmayı öğren, önce susmayı öğren, dinlemeyi öğren. Kaldı ki benimle ilgili bu tür yakıştırmayı yapan siz, ayrıca eşime laf atamazsınız. Bu edepsizliktir, izansızlıktır, ahlaksızlıktır. Sen başörtülüler üzerinden oy toplamak isteyeceksin; eşimin başörtüsü sebebiyle... Eşimi başörtüsü sebebiyle GATA'ya sokmayanları müdafaa edecek kadar da izansızsın!” sözleriyle kendisine sataşan MHP milletvekillerini azarlamıştı.



***



Başbakan’in sözleri bir işaretti sanki. AKP milletvekilleri ayağa kalkmışlar, aralarındaki bakanlarla MHP sıralarına doğru yürümüşlerdi. İnsana ürküntü veren bir görüntüydü; küfürler havada uçuşurken ulusun temsilcileri tekme tokat birbirlerine giriyorlardı. Kavgada “en savaşçı” AKP’li olarak Sağlık Bakanı Recep Akdağ öne çıkmıştı. “Domuz gribi aşısı” nedeniyle Başbakan’la ters düşen Akdağ, yakası bir yanda, paçası başka bir yanda kalabalığı yararak atılan ilk yumruğun sahibi olabilmek için çırpınırken, gözleri Başbakan’ını arıyordu. Kavga onun için, onun “çizilen karizması” için veriliyordu çünkü.


Kavga kırılan iki gözlük, bir baygınlık, yüz çizikleri ve el-kol morarmalarıyla görece ucuz atlatıldı. Fakat güne son noktayı Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, aynı zamanda da “TBMM’nin alkometresi” olarak bilinen Bülent Arınç TBMM Başkan Vekili Güldal Mumcu’nun odasını basarak koydu.


TBMM çatısı altında kavga, gürültü hiç kuşkusuz hoş değil, fakat bu olaylar olmasaydı Türk Silahlı Kuvveleri’nin “türban” konusundaki bakışının değişmekte olduğu nereden öğrenecektik? Yoksa Sayın Emine Erdoğan’ın türbanı nedeniyle GATA’ya hasta ziyaretine gidememesine ilişkin olarak Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, “Olmamalıydı, bugün olsaydı olmazdı!” anlamındaki sözlerini farklı yorumlamamız mı gerekiyor?


Ne dersiniz?





ORTA ANADOLU VE EKSİK DEMOKRASİ - 03.02.2010



Ülkemizin İç/Orta Anadolu diye tanımlanan coğrafi bölgesi 13 ili kapsıyor: Aksaray, Ankara, Çankırı, Eskişehir, Karaman, Kayseri, Kırıkkale, Kırşehir, Konya, Nevşehir, Niğde, Sivas ve Yozgat. Bu illerimizin siyasal açıdan ortak özellikleri ise tümünün “İslami muhafazakâr” ya da “milliyetçi muhafazakâr” eğilimde olmaları. 2007 Genel Seçimleri bu eğilimi somut olarak ortaya koyuyor.


Bu coğrafi bölgede bulunan illerdeki seçmenlerin kullandığı toplam oy sayısı 6.214.358. Bu oyların yüzde 53,5’i (3.326.345) “İslami muhafazakâr” Adalet Ve Kalkınma Partisi’ne, yüzde 15,2’si (946.698) “milliyetçi muhafazakâr” Milliyetçi Hareket Partisi’ne, yüzde 18,6’sı da (1.157.803) Cumhuriyet Halk Partisi’ne gitmiş, AKP 64, MHP 15, CHP 14 milletvekili çıkarmış, Büyük Birlik Partisi de Sivas’ta 37.743 oy alarak TBMM’ne bir milletvekili göndermiş. Bu dağılıma göre AKP, bölgedeki 13 ilin tümünde milletvekili çıkarmayı başarırken, MHP 11 ilde, CHP ise yalnızca 5 ilde milletvekili çıkarmayı başarabilmiş.


Bu tablo bölgenin sosyo-kültürel geleceği açısından “demokratik irade” denip geçiştirilemeyecek ölçüde vahimdir. Çünkü bölgede işleyen “demokrasi” Ankara, Eskişehir gibi illerin dışında büyük ölçüde ya da yalnızca parlamentarizm ile sınırlıdır.



***



Anadolu kapitalizmi, gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden farklı olarak feodal üst yapı kurumlarını koruyup yeniden üreterek, aynı zamanda da bireyin ve toplumun her alanına ilişkin katı kurallar/düzenlemeler getiren İslam ile özdeşleşerek/bütünleşerek gelişmektedir.


Bu durum bölgedeki egemen güçlerin konumlarını güçlendirmekte, siyaseti tekilleştirmektedir. Bir iki kentin dışında Orta Anadolu’da siyasal, toplumsal ve kültürel süreçler otoriter/otokratik yapılanmalar doğrultusunda işlemekte, “demokrasi”, “özgürlük”, “çoğulculuk” gibi kavramlar kâğıt üzerinde kalmaktadır.


***



Ülkemizin öbür bölgelerinde olduğu gibi Orta Anadolu’da da gelişmenin motoru toprak rantından sağlanan gelirin anaparaya dönüştürülerek kurulan sanayidir. Kentlerin geişmesi ve nüfusun yapılanması sanayideki büyümeye doğrudan bağlıdır. Sanayi geliştikçe kentler modernleşmekte, nüfusun ortalama eğitim düzeyi yükselmektedir. Ne var ki sosyo-kültürel açıdan değerlendirildiğinde bu gelişmenin “uygarlaşma” bağlamında aldatıcı olduğu görülmektedir.


Örnek vermek gerekirse… Bölgede Eskişehir dışında tüm yerel yönetimler ile ekonomik zeminde örgütlenen Ticaret Odaları, Sanayi Odaları, Esnaf ve Sanatkarlar Odaları vb kuruluşlar tümü ve işadamlarının örgütlendiği birliklerin/derneklerin çok büyük çoğunluğu “İslami muhafazakâr” kesimin elindedir. Bu somut durumda “İslami kesim” dışından bir girişimcinin ekonomik yaşama katılarak başarı göstermesi neredeyse olası değildir. Çoğu daha doğarken boğulmaktadır.


Bölgedeki yazılı, işitsel ve görsel medya için de durum farklı değildir. Dolayısıyla sanayi geliştikçe muhafazakârlığın kendini yeniden üretme süreci de hızlanmaktadır. Ankara ve Eskişehir dışında sendikal örgütlenme gibi toplumsal muhalefet düzeyinin de sıfıra yakın olduğu düşünülecek olursa Orta Anadolu’da demokratikleşme bir hayaldir.


Demokrasi, çoğunluğa karşı azınlığın haklarını güvence altına alan bir rejimdir, bunun için vardır. Güvenceden yoksun azınlıklara ait bireylerin özgürleşmesine ise olanak yoktur, otokrasi kendinden farklı düşünene özgürlük hakkı da, örgütlenme hakkı da tanımaz.



***


Hakkını yemeyelim; bu yapının sorumlusu AKP değildir, yapı son 50 yılın muhafazakâr iktidarlarının ortak eseridir. AKP’nin yaptığı kendisine altın tepsi içinde sunulmuş bu koşulları pekiştirmektir. Koşullar pekiştikçe beslendiği damarlar genişlemekte, taze kan dolaşımı hızlanmaktadır.


Bu yazı bir durum saptamasıdır. Çözüm var mıdır? Varsa nedir? Bu soruların yanıtını başka bir yazıda vermeye çalışacağız.









TERÖRİST NASIL YETİŞİR? - 01.02.2010



Başlıktaki soruya verilecek ilk yanıt hiç kuşkusuz, “ortamın elverişliliği”dir. Başka bir deyişle terörist, şiddete başvurmaya elverişli ortamlarda ortaya çıkar. Söz konusu ortam, teröristin ortaya çıkışını kolaylaştıran koşulların bir araya geldiği “yer”dir. Bu koşulların bir araya geldiği “yer” insan istenci dışında oluşur, toplumbilimsel anlatımla “objektif/nesnel” bir ortamdır. Bu ortamın “olağan”a dönüştürülebilmesi ekonomik, sosyal, kültürel önlemleri, bu önlemlerin tümünün katıldığı uzunca bir süreci gerektirir.


Teröre ve teröristin yetiştmesine elverişli ortamları olağana dönüştürme görevi devlette, devleti yöneten siyasal erktedir. Bu erki yedi yıldır AKP elinde bulundurmaktadır; öyleyse söz konusu ortamı olağana dönüştürme görevi de kendisindedir.


Nitekim AKP bir yıl kadar önce bu görevi yerine getirme söylemiyle yola çıkmış, fakat sorunu somutlaştıramadığından tökezlemiş, yarı yolda kalmıştır.



***



Örnek oluşturması nedeniyle AKP sözcülerinin “çocuk eylemciler” konusunda iktidarın alacağı önlemlere ilişkin söylemini anımsayalım.


Yaşları 18’in altındaki “eylemciler” çocuk mahkemelerinde yargılanacaklar, ceza yasasında değişiklikler yapılacak, cezalarını çocuklara özel infaz kurumlarında çekeceklerdi.


“Demokratik açılım” sözü ortaya atıldığında alınacağı söylenen ilk önlem çocuk eylemcilere ilişkin bu düzenlemeleri içeriyordu.


Fakat nedendir bilinmez ilk rafa kaldırılan önlem paketi de bu düzenlemeler oldu.



***



Berivan adında bir çocuk 9 ekim 2009 günü Batman’da bir grubun eylemine karıştığı gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine konuldu ve 29 aralık 2009 günü Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargıç önüne çıktı. Mahkeme o tek celsede 15 yaşındaki bu kız çocuğunu önce 13.5 yıl hapis cezasına mahkum etti, sonra cezası yaşının küçüklüğü gözönüne alınarak 7 yıl 9 aya çevrildi.


Çoçuğun o eylem sırasında taş falan atmadığını, öldürme, yaralama gibi bir olaya karışmadığı ayrıca belirtelim. İfadesi şöyle: “Caddede bir kalabalık gördüm, merak ettim ve katıldım.” Evet, hem okula giden hem de yedi çocuklu ailesine yardım için iki yıldır bir tekstil atölyesinde “ortacı” olarak çalışan kızın suçu merak sonucu gördüğü bir kalabalığa karışmak.



***



Berivan Diyarbakır E Tipi Cezaevinde yatıyor. Eğer cezası Yargıtay tarafından da onanacak olursa yıllarca orada kalacak.


Orada şiddet olaylarına karışmış, “terör” suçundan cezaya çarptırılmış ablalardan, teyzelerden “yeni şeyler” öğrenecek.


İçinde uğradığı haksızlığa karşı doğan öfkesi her gün biraz daha büyüyecek, daha önce öğrenmeyi hiç düşünmediği öğrendikleriyle öfkesi bilenecek.


22 yaşında, yaşamının yedi buçuk yılı çalınmış bir genç kız olarak özgürlüğe adımı -büyük olasılıkla- bir “militan” olarak atacak.


Bunu kesinlikle dilemiyorum.


Fakat siyasal iktidarlar yazımın ilk paragrafında sözünü ettiğim “objektif/nesnel” koşulları değişmeleri, değiştirilmeleri kendi istençlerine bağlı olan “sübjektif/öznel” koşullarla bütünlüyorlar.


Devlet erki basiretsiz politikacıların ellerinde oldukça “Terörist nasıl yetişir?” türünden sorular da yanıtları kolaylaştığı ölçüde anlamsızlaşıyor.





İSLAMOFAŞİZM - 31.01.2010


Siyasal olayların değişkenlik hızı öyle alışılmadık ki bizim hızımız gündemi izlemekte çoğu kez yetersiz kalıyor. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda toplumu etkilemiş bir olay hiçbir iz bırakmadan belleklerimizden silinip gidiyor.



Örneğin, 1 ağustos 2008 günü Konya-Taşkent’e bağlı Balcılar beldesinde sabaha karşı bir gaz patlaması sonucu çöken Özel Boğaziçi Öğrenci Yurdunda bir öğretmenle 17 öğrencinin canına malolan, 29 öğrencinin de yaralandığı o acı olayı hangimiz anımsıyoruz?



Oysa olaya ilişkin Konya 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava hâlâ sürüyor. Hafta içinde kazadan yaralı kurtulan yedi öğrenci yargıç tarafından dinlendi ve bu öğrenciler daha önce poliste verdikleri ifedeleri değiştirerek, ağız birliğiyle çöken öğrenci yurduna “İngilizce öğrenmek” için gittiklerini ve “taksirle ölüme sebebiyet verme ve yaralama” suçundan tutuksuz olarak yargılanan 11 sanıktan şikayetçi olmadıklarını belirttiler. Ölen çocukların anne babaları da “ağız birliği” yaparak ölen yavrularının oraya gitme amaçlarının “İngilizce” olduğunu, kimseden şikayetçi olmadıklarını söylediler.



Ne var ki söz konusu yurtta kalan 14-15 yaşlarında olan öğrencilerin tümünün kız oldukları, orada Kuran eğitimi aldıkları, bu eğitimin yasadışı olarak verildiği ya da başka bir deyişle yurdun “kaçak Kuran kursu” olarak işletildiği bilinip söyleniyor. Kazaya ise sabah namazına kalkan bir öğrencinin elektrik düğmesine basmasıyla yapıya sızarak sıkışan LPG gazının patlamasının yol açtığı savlanıyor.



***



Özetle, 18 kişinin ölümü ve 26 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bir kazaya ilişkin olarak açılan davada ne yaralananlar, ne de ölenlerin ve yaralananların yakınları şikayetçi oluyor, olabiliyor. “İngilizce öğreniyorduk” korosu, yargılanan tutukluların işledikleri savlanan “taksir” suçunu ortadan kaldırabilir mi?



Bu doğal ki ayrı bir konudur, üzerinde durulması, irdelenmesi gereken ise yaralananlar ile ölen ve yaralananların yakınlarının “hak arama istençlerini” ellerinden alan, onlara yurttaş olma özgürlüklerini yok saydıran güçtür.



Bu güç, son yıllarda başta Orta Anadolu olmak üzere Türkiye geneline hızla yayılan “islamofaşizm” olarak adlandırdığımız ve Türkiye’ye özgü ideolojik/siyasal bir yapılanmadır.



***



Türkiye’ye özgüdür, çünkü nüfusunun çok büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu başka hiçbir ülkede özünde otoriter-feodal bir inanç sistemi olan İslam ile modern kapitalizm Türkiye’de olduğu gibi iç içe geçip bütünleşmemiştir.



İslamofaşizm bugün Orta Anadolu’nun neredeyse tüm kentlerinde yerel yönetimleri, başta ekonomiyle ilişkisi olanlar olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının büyük çoğunluğunu ele geçirerek siyasal ve ekonomik erki dilediğince kullanır duruma gelmiştir. Bu açıdan bakıldığında “demokrasi” islamofaşizm için yalnızca bir araçtır. Bu nedenle islamofaşizmin egemen olduğu bölgelerde ne demokrasiden, ne birey özgürlüğünden, ne çoğulculuktan, ne de insan haklarından söz edilebilir.



***



Biçimsel bir bakışla Türkiye “parlamenter demokratik”, “çoğulcu”, “özgürlükçü” bir ülke görünümü sergilemektedir. Ne varki ülkemizin geniş bölgelerinde bu kavramların hayatta karşılıkları yoktur; islamofaşizm doğrultusunda araçlaştırılmışlardır.



Özgürlük, demokrasi gibi kavramların yol arkadaşlağında toplum susturulmakta, suskunlaştırılmaktadır.



Bugün Türkiye’de gerçek demokratların karşısındaki en önemli sorun islamofaşizmdir.


(dkavukcuoglu@superonline.com) (www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com)



ORTALIK YİNE TOZ DUMAN - 27.01.2010



Yeni bir ‘darbe planı’ ile birlikte yine karşılıklı açıklamalar, suçlamalar, yalanlamalar…toplumun zaten karışık olan kafası her yeni plan ile büsbütün karışıyor.


‘Balyoz’ adını taşıyan yeni plan öncekilerden çok daha korkunç; içinde cami bombalamalardan uçak düşürmelere, orduda subay tasfiyelerinden sivilleri stadyumlarda toplamaya kadar her şey var.



Daha doğrusu var-mış, çünkü gerçekten olup olmadığını bilmiyoruz. Planın altında imzası bulunduğu savlanan eski 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan, ‘Bombalamalar, toplamalar gibi şeyler uydurma, montaj,’ diyor. Planın varlığını yadsımıyor, tam tersine bu tür ‘plan oyunları’ hazırlamanın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevleri arasında olduğunu söylüyor.



O, bunları söylerken, basında çarşaf gibi söz konusu planda yer aldığı savlanan TSK’dan yana, TSK’ya karşı köşe yazarlarının listeleri yayınlanıyor. Planın özgün metninde bu tür listeler gerçekten var mı? Bunu bilemiyoruz; inanmak isteyenler inanıyor, inanmak istemeyenler de inanmıyorlar.



Üzerimize kara bulutlar gibi çöken bilgi kirliliğinde bir ışık arıyor, fakat bulamıyoruz.



Başbakan, planın var olduğu noktasından hareketle esip kükrüyor.



Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sabrı taşıyor!’ diyor, irkiliyoruz. Ama sonra, ‘Demokrasilerde iktidarlar seçimle gelir, seçimle giderler,’ deyince rahatlıyoruz. Hele, ‘Bu ülkede darbeler dönemi geride kalmıştır,’ diye ekleyince daha da rahatlayıp derin bir nefes alıyoruz. Ne var ki o da güncel tartışma konusu olan planın varlığını o da yadsımıyor, eski 1. Ordu Komutanı gibi yalnızca ‘cami bombalama’ türünden dehşet senaryolarının asılsızlığının altını çiziyor.



***



Ben, Sayın Başbuğ’un, ‘Darbeler dönemi geride kalmıştır,’ derken içtenliğine inanıyorum. Fakat onun Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst komutanı olarak hangi nedenle ve hangi ad altında olursa olsun ordu içinde sivil halka yönelik planların hazırlanmasına kesinlikle karşı çıkmasını arzuluyorum.



Türk Silahlı Kuvvetleri temel görevi olan ülkeyi dış düşmanlara karşı savunma görevine sıkı sıkıya sarılmalı, ülkenin iç sorunlarının çözümünü siyaset ve devlet adamlarına bırakmalı, toplum mühendisliğine soyunmamalıdır.



Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her darbeden sonra güvenilirliği ve saygınlığından çok şey yitirdiği bir gerçektir; Türk Silahlı Kuvvetleri bu gerçeği göz önünde bulundurarak kendisini bünyesindeki tüm darbe eğilimli üyelerinden arındırmalı, geçmiş darbelerin suçlularıyla arasına bir mesafe koymalıdır.



Süngü zoruyla topluma dayatılan 1981 Anayasa’sına konulan ‘yargılanamaz’ maddesinin koruyucu şemsiyesi altında sanık sandalyesine oturtulamayan darbeciler her ne kadar yasal olarak ‘suçsuz’ kabul edilseler de toplum vicdanınca suçludurlar. Bu ‘muhteris toplum mühendislerinin’ hâlâ Türk Silahlı Kuvvetler katında ‘itibar’ görmeleri toplum vicdanını yaraladığı kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinin saygınlığını da sarsmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri kendini bu tür kirli darbeci gölgelerinden bir an önce kurtarmalıdır.



***



Darbe, darbeci denince aklımıza yalnızca asker gelmemelidir.



Son kırk yılı anımsamaya çalışalım; 12 Mart sonrası kurulan süngü kabinelerinde yer kapmak için birbirini çiğneyen o ‘darbeci’ sivilleri, binlerce öğrenci, öğretmen, bilim adamı, gazeteci, yazar, sanatçı, aydın işkencelerden geçirilirken kılları kıpırdamayan o sözde Bakanlar Kurulu üyelerini…



12 Eylül’ün darbeci kuklası Bakanlar Kurullarını… O kurullarda görev yapan insanlığın yüz karalarını… O kötücül ruhlu kişiliksiz yaratıkların kırılası elleriyle imzaladıkları Bakanlar Kurulu kararlarını… O kararların halkımızı ve ülkemizi mahkûm ettiği çözümsüzlükleri…



Ben tümünü anımsıyorum. Her anımsadığımda tüylerim diken diken oluyor.



Öfkem kabarıyor.



Asker olsun, sivil olsun darbecilere karşı öfkem hiç dinmesin istiyorum.



Dinmiyor.


KAR VE KENT - 25.01.2010




Dünkü yazımı kar nedeniyle evime ulaşama korkumu sizlerle paylaşarak noktalamıştım. Bindiğim İzmir-İstanbul uçağı “hava trafiğindeki yoğunluk” nedeniyle 1,5 saatlik bir gecikmeyle kalkmış olsa da korktuğum başıma gelmedi. Temizlenmiş ana yollardan geçerek Yeşiköy-Moda arasında üzerinde durmaya değer bir sıkıntı yaşamaksızın vakitlice evime ulaştım.



Televizyonu açtım. Yüzünü korku kaplamış bir spiker kardan söz ediyor, İstanbullulara “zorunlu olmadıkça” evden çıkmamaları konusunda uyarıyordu. Bu tür uyarıları kar ilk yağmaya başladığında da çok kez duymuştum televizyon kanallarında, her seferinde de anlamakta güçlük çekmiştim. Dünyanın tüm metropollerinde eğer kar yağışı bir “afete” dönüşmemişse o metropollerde yaşayanların özlem giderdikleri hoş bir doğa olayıydı. Yağan karın altında parklarda yürüyüşler yapılır, atılan her adımda çıkan, yalnızca çiğnenen taze kara özgün o “kırt” sesi dinlenir, çocuklar kartopu oynarlar, kızak kayarlardı. En azından bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda karlı günler böyle yaşanır, kulaklar radyolarda olur, eğer okullar tatil olmuşsa sevinç çığlıkları atılırdı.



Şimdiyse insanlar kardan korkuyorlar, kent yöneticileri de yönettikleri kentin insanlarının bu korkularını yaptıkları açıklamalarla, uyarılarla pekiştiriyorlar. Bugünün çocukları da kar tatiline seviniyorlar, fakat kar haylazlıkları için değil, evde kalıp karı pencereden seyredebilmek için.



Bu satırları yazarken karın ve soğuğun kent yoksulları için barınma, ısınma, çalışma koşullarından kaynaklanan haklı bir korku nedeni olduğunu aklıma getirmediğim sanılmasın.



***



Okurlarım Türkiye’yi ve insanlarımızı başka ülkelerle ve o ülkelerin insanlarıyla karşılaştırmaktan hoşlanmadığımı bilirler. Ne var ki iki gün yağan ve akıldışı korkulara yol açan kar beni bir karşılaştırma yapmaya zorluyor.



İki yıl Almanya’nın en çok kar alan bölgeleri arasında yer alan Karaormanlar’ın hemen yakınındaki Tübingen’de yaşadım. Küçük bir üniversite kentiydi. Ilıman bir iklimi olan Heidelberg’i bir yana bırakacak olursam 12 yılım da karı ve soğuğuyla ünlü bir kuzey kenti olan Hamburg’da geçti. Her iki kentte de yağan karın haftalarca kalkmadığı kışlar geçirdim, fakat iki günlük İstanbul karının yolaçtığı korkuların benzerine hiç tanık olmadım.



Orada kar, insanların evlerine çekilip kendi başlarının çaresine bakma eğilimlerinin tersine aslında pek de var olmayan komşuluk ilişkilerinin doğup güçlenmesine yol açardı. Örneğin, kaldırımlardaki karları kürelemek belediye işçilerinin değil, kapıları o kaldırımlara açılan evlerde oturanların göreviydi. Karı kürelemek ilk yağdığı gün apartmanın giriş katında oturanların göreviydi; ikinci gün sıra ikinci kattakilere, üçüncü gün üçüncü kattakilere gelir, bu böyle sürer, sonra sıra yeniden birinci kata gelirdi. Eğer komşuda yaşlılık, hastalık gibi engeller söz konusu ise onun işini üst kat komşusu üstlenirdi. Esas olan gündüz ve gece, 24 saat kaldırımın temizlenmiş olmasıydı. Bu, Almanya genelinde geçerli bir kuraldı ve söz konusu kaldırımda bir yayanın karda kayıp bir yanını kırması ya da giysisinin kirlenmesi, yırtılması bir tazminat nedeniydi. Küreleme sırası o gün ya da gece kimdeyse tazminatı ödemekle o yükümlüydü. Bu kural nedeniyle en yoğun tipi sonrasında ara sokaklardaki kaldırımlar bile hemen temizlenirdi.


***



Bu satırları okurken, “Bizde olmaz!” diye mırıldandığınızı duyar gibi oluyorum. Dünyanın her yerinde kent yaşamı insanları daha devingen, daha dinamik kılarken, biz de -tuhaftır- insanları tembelleştirip durağanlaştırıyor. Köyündeki annesi hâlâ sırtında, iki büklüm çalı-çırpı taşırken, evlenip kente gelen, “ev hanımı” olan kadın da, evin her zaman yorgun erkeği de karşı köşedeki bakkala iki ekmek için kapıcıyı gönderecek, eğer yoksa telefonla sipariş verecek ölçüde tembelleşiyor.



Belki de tersini örneklemek için ille de yurtdışına gitmeye gerek yok, Türkiye ekvator kuşağında bir ülke değil, Doğu’da, Güneydoğu’da yağan karın aylarca kalkmadığı oluyor. Orada insanlar korkmuyorlar, karla yaşıyorlar.



Salt İstanbul’da yaşamak da, İstanbul’u yönetmek de “İstanbullu” olmaya yetmiyor galiba.








ALİAĞA’DAN - 24.01.2010




Bu yazıyı Aliağa’da beni İzmir’e, havalimanına götürecek aracı beklerken yazıyorum. Bir yaz otelinin giriş katındaki genişçe salonundayım. Benden ve bir danışma görevlisinden başka kimse yok görünen. Çevre yemyeşil. Çam ağaçlarıyla onların arasına sıkışmış koca gövdeli bir palmiyenin arkasında deniz var; el sokacak kadar yakın, fakat görünmüyor.



Bir yandan yazarken bir yandan da çayımı içiyorum. Saat 9.30. Oldukça geç yattım dün gece. Aliağalı dostlarla bir balık lokantasında yemek yiyip rakı içtik, söyleştik. Yorgun geçen bir günün akşamıydı, fakat dost sıcaklığı insanın yorgunluğunu alıveriyor üzerinden.



***



Sevgili okurlar, siz bu yazıyı yarın okuyacaksınız. Yarın 24 Ocak, acılı günlerimizden biri. Sevgili Uğur Mumcu’yu 19 yıl önce 24 ocak günü yitirmiştik.



Aliağa’ya geliş nedenim de bu yıldönümüydü. Aliağa Belediyesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği ortaklaşa bir anma toplantısı düzenlemişler, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’yı, arkadaşımız Işık Kansu’yu ve beni konuşmacı olarak çağırmışlar. Halk Eğitim Merkezi’nin geniş salonunda oldukça kalabalık bir izleyici topluluğu önünde Uğur Mumcu’yu çeşitli yönlerinden anlattık, birbirimizi bütünleyen konuşmalar yaptık.



Uğur Mumcu’nun antiemperyalist çizgisini, kuvvayı milliyeci ruhunu vurguladık.



Ben özellikle antiemperyalist savaşımın antikapitalist savaşımdan ayrı düşünülemeyeceğinin üzerinde durdum. 21. Yüzyılın küresel emperyalizminin küresel kapitalizmden kaynaklanan bir olgu olduğunu, küresel kapitalizm yenilmeden emperyalizmin de yenilemeyeceğini açıklamaya çalıştım.



Uğur Mumcu da çağdaş yurtseverliği antikapitalizmden, dolayısıyla sosyalizmden ayrı düşünmeyen bir devrimciydi.



***



Uğur Mumcu’yu anarken karanlık güçlerin eli kanlı tetikçileri tarafından yaşamlarına son verilen Bahriye Üçok’u, Abdi İpekçi’yi, Musa Anter’i, Turan Dursun’u, Bedrettin Cömert’i, Ahmet Taner Kışlalı’yı, Doğan Öz’ü, Çetin Emeç’i ve tüm yitirdiklerimizi de andık. Onlar daha güzel, daha aydınlık, insana daha layık bir Türkiye’nin savunucularıydılar. Böyle bir Türkiye’ye giden yolu açma savaşımı verdikleri için öldürüldüler.



Çoğunun katili yakalanmadı. 17.547 faili mechul cinayetin katilleri gibi onların katilleri de, o katillerin iplerini ellerinde tutanlar da cezasız kaldılar.



***



Aliağa’dan İstanbul’a Türkiye’ye ilişkin umutlarım canlanarak döneceğim. Doğal ki bir de dönsem bile evime kavuşabilecek miyim, sorusu var kafamda.



Televizyonlar İstanbul’a karın bastırdığını, yolların kapandığını bildiriyorlar.



Neyse, pek de dert etmiyorum. En kapalı yollar da bile ‘menzile varabilmek’ için bir kapı bulunur mutlaka.



Bakacağız.











UTANÇ GÖRÜNTÜLERİ - 20.01.2010


Davul zurnalı karşılamalar, alkışlar, lüks otomobiller, beş yıldızlı bir otel… Devlet konuğu sanki herif; peşinde koşuşturan, itişip kakışan, itişip kakışırken yerlere yuvarlanıp çamurlara batan haberciler… Yüreğim burkuluyor, midem bulanıyor televizyon görüntülerini izlerken. O görüntülerin İpekçi ailesini nasıl derinden yaralayacağını düşünürken utanıyorum.


O bir katil, “birileri” adına ülkemizin en sevilen, en saygın gazetecilerinden birinin, Abdi İpekçi’nin canına kıymış bir tetikçi; beş ay sonra yakalanmış (25 haziran 1979), tıkıldığı Maltepe Askeri Cezaevi’nden yine o “birileri” tarafından kaçırılmış (23 kasım 1979), Bulgaristan’a geçirilip Avrupa’ya salınmış. Çok geçmeden yine o “birileri” eline yeni bir silah tutuşturmuşlar, “Papa’yı vuracaksın!” demişler. Adamın işi bu, Vatikan’da Papa’ya kurşun sıkmış, ama tutturamamış, yakalanmış (13 mayıs 1981).



Sonrasını da biliyoruz. 22 mart 1986 günü ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığını, 13 haziran 2000 tarihinde dönemin İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio Ciampi tarafından geri kalan cezası bağışlanana kadar 16 yıl İtalya’da cezaevinde kaldığını, bu yıllar içindeKatolik olmam için Vatikan bana 50 milyon dolar, özgürlük ve kardinallik önerdi” gibi abuk sabuk savlarda bulunduğunu, giderek akıl dengesini iyice yitirip kendini Mesih ilan ettiğini, kısacası tüm öyküsünü biliyoruz.



***



İtalya’daki affının ardından, İpekçi cinayetinden yargılanmayacağı koşuluyla Türkiye’ye iade edilerek yıllar önce Kadıköy’de işlediği iki ayrı gasp ve soygun suçundan almış olduğu 36 yıllık ağır hapis cezası bedeniyle cezaevine girdi.



Ne var ki kamuoyunda “Rahşan Affı” olarak bilinen af yasası dikkate alınarak cezası 7 yıl 2 ay hapse çevrilmişti. 12 ocak 2006 günü serbest bırakıldı. Fakat ortada bir hesap yanlışı vardı; Adalet Bakanlığı’nın itirazı üzerine Yargıtay salıverilme kararını bozunca sekiz gün sonra yeniden içeri alınıp Kartal H Tipi Cezaevi’ne konuldu.



O şimdi dışarıda. Katil aramızda. Kimi aklı kısalar “Katil acaba neler söyleyecek, neler anlatacak?” diye merak içindeler.



Oysa o hiçbir şey söylemeyecek, hiçbir şey anlatmayacak. Hiçbir şey bilmiyor, bilemez çünkü. Bildikleri ancak bir tetikçinin bilebileceği, bilmesi gerektiği kadarıyla sınırlıdır. Ayrıca o kadarını bizler de biliyoruz.



Sevgili Uğur Mumcu zamanında onun bildiğinden çok daha fazlasını ayrıntılarıyla yazdı.



***



Hiç kuşkusuz bizim de bilip öğrenmek istediğimiz, merak ettiğimiz karanlık noktalar var bu eli kanlı tetikçinin öyküsünde.



Abdi İpekçi’yi öldürdüğünde 21, Papa’ya kurşun sıktığında 23 yaşındaydı. Hekimhan-Güzelyurtlu bir köylü çocuğundan bir tetikçi yaratanlar kimlerdi? Ruhunu kim, kimler satın aldı? Eline silahı kimler verdi? Abdi İpekçi’nin ölümü kime, kimlere bir yarar-çıkar sağlıyordu? İyi korunan bir askeri cezaevinden onu kimler kaçırdı? Bulgaristan’a kimler geçirdi? Parasal desteği kimler sağladı? Ona uzun yıllar boyunca cezaevlerinde kimler baktı?



Kimlerdi o “birileri”, kimlerdir?



Sayın Zekeriya Öz, Savın Savcı! Sorun, sorgulayın, araştırın! Bir bakarsınız, aradığınız o “derin devlet” birden karşınıza çıkıverir tetikçinin öyküsünde. İyi olmaz mı?



Bir sözüm de medyaya: Bırakın şu katilin peşini! Eli kanlı bir tetikçiden kahraman yaratmayın! Kendinize ille de bir iş arıyorsanız yukarıdaki soruların peşine düşün!



Övgüm ise tetikçi katille ilgili haberleri “basın etik”i ile sınırlayan gazeteler ile başta Haber Türk olmak üzere örnek tutum sergileyen televizyon kanallarına, bizi o utanç görüntülerinden korudukları için.



İNSAN HAKLARI ÜZERİNE NOTLAR - 18.01.2010




İnsan hakları kavramının olgunlaşarak evrensel kabul görmesinin uzun bir tarihi vardır. Bu bağlamda atılan ilk adım devlete egemen olan baskıcı anlayışa son vermek amacıyla hazırlanan ve 1215 yılında İngiltere Kralı’na kabul ettirilen bildiri olan Magna Carta’dır. Bunu 1689 tarihli İngiliz Yurttaş Hakları Beyannamesi izlemiştir. İnsan hakları konusunda önemli bir diğer bildiri de Amerika’da yayımlanan Virginia Haklar Beyannamesi’dir. “Özgürlük”, “eşitlik”, “kardeşlik” gibi kavramlarına ise 1789 Fransız Devrimi’nden sonra kaleme alınan İnsan Hakları Bildirisi’nde yer verilmiştir.



***



20. yüzyıl tarihi, emperyalist paylaşım ve sömürge halklarının sömürgecilere karşı verdikleri kurtuluş savaşlarının tarihi olduğu kadar insan hakları savaşımlarının da tarihidir. İnsanlığın bu yüzyıldaki en önemli kazanımlarından biri de 50 milyon cana malolan II. Dünya Savaşı’nın bitiminden üç yıl sonra, 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan, insan temel hak ve özgürlüklerinin belirlendiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir.


Çağdaş demokrasilerin tümünde kabul gören bu Bildirge Türkiye için de bağlayıcı olmasına karşın neredeyse tüm maddeleri 60 yıl boyunca devleti yöneten iktidarlar tarafından defalarca çiğnenmiştir ve çiğnenmektedir.


Güncel bir konu olduğu için Bildirge’nin 19. maddesini ele alalım.



***



Madde 19 şöyle diyor: “Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.”


Görüldüğü gibi “düşünce ve anlatım özgürlüğü” İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde anlaşılır bir biçimde belirtilmiş temel insan haklarından biridir. Ne var ki 6 nisan 1949 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun 9119 sayılı kararı ile Türkiye Cumhuriyeti adına onaylanan Bildirge’nin bu maddesi işbaşına gelen tüm iktidarlar tarafından her olanakta çiğnenmiştir. Bu utanç verici hukuk tanımazlık AKP iktidarı döneminde giderek sıklaşmaktadır. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun geçtiğimiz aralık ayında yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 2005 yılı aralık ayında 9 olan tutuklu gazeteci sayısı 2009’un aynı ayında dört kat artarak 35’e ulaşmıştır. Bu sayının büyük bölümünü sol kesimden haberciler, yazıişleri müdürleri ve gazete sahipleri oluşturmaktadır.


Bu bir iktidar-devlet ayıbıdır.


***



Bir de yapılan “sivil ayıplar” vardır ki bunlar daha da vahimdir. Bilindiği gibi insan hakları da aynen demokrasi ve özgürlük gibi parçalanamayan, “Tuh, yazık oldu!” ile “Oh, iyi oldu!” seçenekleri arasında gidip gelmelere izin vermeyen insanlığın ortak, evensel değerleridir. Bizim “liberal” (özgürlükçü) geçinen kalem/köşe sahipleri ise kendilerine yakın buldukları bir gazetecinin ya da yazarın başı dara düştüğünde hop oturup hop kalkarlarken, “kendilerinden olmayan” bir gazeteci ya da yazar soruşturmaya uğradığında, tutuklanıp cezaevine konulduğunda kaptıkları köşelerinde suspus oturmaktadırlar.


Bir kalem/köşe sahibinin en daniskasından özgürlükçülük taslarken bile genlerine sinmiş ikiyüzlülüğüne, çifte ölçülülüğüne sahtekarlıktan başka hangi ad verilebilir?


Sosyalist Hikmet Çetinkaya aralarında en ufak bir siyasal/ideolojik yakınlık bulunmayan, birçok yazısında eleştirdiği Şamil Tayyar’a verilen cezayı kınar, onu bir meslektaş olarak savunurken, nevzuhur liberallerden hiçbiri tüm eylemi gazetecilikle sınırlı olan ve aylardır cezaevinde tutulan Mustafa Balbay’ı savunma erdemini gösteremiyor.


Demokratlarmış, özgürlükçülermiş, insan haklarından yanaymışlar… Hadi canım sen de!


(dkavukcuoglu@superonline.com) (www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com)