23 Mart 2010 Salı

İNSAN HAKLARI ÜZERİNE NOTLAR - 18.01.2010




İnsan hakları kavramının olgunlaşarak evrensel kabul görmesinin uzun bir tarihi vardır. Bu bağlamda atılan ilk adım devlete egemen olan baskıcı anlayışa son vermek amacıyla hazırlanan ve 1215 yılında İngiltere Kralı’na kabul ettirilen bildiri olan Magna Carta’dır. Bunu 1689 tarihli İngiliz Yurttaş Hakları Beyannamesi izlemiştir. İnsan hakları konusunda önemli bir diğer bildiri de Amerika’da yayımlanan Virginia Haklar Beyannamesi’dir. “Özgürlük”, “eşitlik”, “kardeşlik” gibi kavramlarına ise 1789 Fransız Devrimi’nden sonra kaleme alınan İnsan Hakları Bildirisi’nde yer verilmiştir.



***



20. yüzyıl tarihi, emperyalist paylaşım ve sömürge halklarının sömürgecilere karşı verdikleri kurtuluş savaşlarının tarihi olduğu kadar insan hakları savaşımlarının da tarihidir. İnsanlığın bu yüzyıldaki en önemli kazanımlarından biri de 50 milyon cana malolan II. Dünya Savaşı’nın bitiminden üç yıl sonra, 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından yayımlanan, insan temel hak ve özgürlüklerinin belirlendiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir.


Çağdaş demokrasilerin tümünde kabul gören bu Bildirge Türkiye için de bağlayıcı olmasına karşın neredeyse tüm maddeleri 60 yıl boyunca devleti yöneten iktidarlar tarafından defalarca çiğnenmiştir ve çiğnenmektedir.


Güncel bir konu olduğu için Bildirge’nin 19. maddesini ele alalım.



***



Madde 19 şöyle diyor: “Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.”


Görüldüğü gibi “düşünce ve anlatım özgürlüğü” İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde anlaşılır bir biçimde belirtilmiş temel insan haklarından biridir. Ne var ki 6 nisan 1949 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun 9119 sayılı kararı ile Türkiye Cumhuriyeti adına onaylanan Bildirge’nin bu maddesi işbaşına gelen tüm iktidarlar tarafından her olanakta çiğnenmiştir. Bu utanç verici hukuk tanımazlık AKP iktidarı döneminde giderek sıklaşmaktadır. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun geçtiğimiz aralık ayında yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 2005 yılı aralık ayında 9 olan tutuklu gazeteci sayısı 2009’un aynı ayında dört kat artarak 35’e ulaşmıştır. Bu sayının büyük bölümünü sol kesimden haberciler, yazıişleri müdürleri ve gazete sahipleri oluşturmaktadır.


Bu bir iktidar-devlet ayıbıdır.


***



Bir de yapılan “sivil ayıplar” vardır ki bunlar daha da vahimdir. Bilindiği gibi insan hakları da aynen demokrasi ve özgürlük gibi parçalanamayan, “Tuh, yazık oldu!” ile “Oh, iyi oldu!” seçenekleri arasında gidip gelmelere izin vermeyen insanlığın ortak, evensel değerleridir. Bizim “liberal” (özgürlükçü) geçinen kalem/köşe sahipleri ise kendilerine yakın buldukları bir gazetecinin ya da yazarın başı dara düştüğünde hop oturup hop kalkarlarken, “kendilerinden olmayan” bir gazeteci ya da yazar soruşturmaya uğradığında, tutuklanıp cezaevine konulduğunda kaptıkları köşelerinde suspus oturmaktadırlar.


Bir kalem/köşe sahibinin en daniskasından özgürlükçülük taslarken bile genlerine sinmiş ikiyüzlülüğüne, çifte ölçülülüğüne sahtekarlıktan başka hangi ad verilebilir?


Sosyalist Hikmet Çetinkaya aralarında en ufak bir siyasal/ideolojik yakınlık bulunmayan, birçok yazısında eleştirdiği Şamil Tayyar’a verilen cezayı kınar, onu bir meslektaş olarak savunurken, nevzuhur liberallerden hiçbiri tüm eylemi gazetecilikle sınırlı olan ve aylardır cezaevinde tutulan Mustafa Balbay’ı savunma erdemini gösteremiyor.


Demokratlarmış, özgürlükçülermiş, insan haklarından yanaymışlar… Hadi canım sen de!


(dkavukcuoglu@superonline.com) (www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com)



Hiç yorum yok: