23 Mart 2010 Salı

KAR VE KENT - 25.01.2010




Dünkü yazımı kar nedeniyle evime ulaşama korkumu sizlerle paylaşarak noktalamıştım. Bindiğim İzmir-İstanbul uçağı “hava trafiğindeki yoğunluk” nedeniyle 1,5 saatlik bir gecikmeyle kalkmış olsa da korktuğum başıma gelmedi. Temizlenmiş ana yollardan geçerek Yeşiköy-Moda arasında üzerinde durmaya değer bir sıkıntı yaşamaksızın vakitlice evime ulaştım.



Televizyonu açtım. Yüzünü korku kaplamış bir spiker kardan söz ediyor, İstanbullulara “zorunlu olmadıkça” evden çıkmamaları konusunda uyarıyordu. Bu tür uyarıları kar ilk yağmaya başladığında da çok kez duymuştum televizyon kanallarında, her seferinde de anlamakta güçlük çekmiştim. Dünyanın tüm metropollerinde eğer kar yağışı bir “afete” dönüşmemişse o metropollerde yaşayanların özlem giderdikleri hoş bir doğa olayıydı. Yağan karın altında parklarda yürüyüşler yapılır, atılan her adımda çıkan, yalnızca çiğnenen taze kara özgün o “kırt” sesi dinlenir, çocuklar kartopu oynarlar, kızak kayarlardı. En azından bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda karlı günler böyle yaşanır, kulaklar radyolarda olur, eğer okullar tatil olmuşsa sevinç çığlıkları atılırdı.



Şimdiyse insanlar kardan korkuyorlar, kent yöneticileri de yönettikleri kentin insanlarının bu korkularını yaptıkları açıklamalarla, uyarılarla pekiştiriyorlar. Bugünün çocukları da kar tatiline seviniyorlar, fakat kar haylazlıkları için değil, evde kalıp karı pencereden seyredebilmek için.



Bu satırları yazarken karın ve soğuğun kent yoksulları için barınma, ısınma, çalışma koşullarından kaynaklanan haklı bir korku nedeni olduğunu aklıma getirmediğim sanılmasın.



***



Okurlarım Türkiye’yi ve insanlarımızı başka ülkelerle ve o ülkelerin insanlarıyla karşılaştırmaktan hoşlanmadığımı bilirler. Ne var ki iki gün yağan ve akıldışı korkulara yol açan kar beni bir karşılaştırma yapmaya zorluyor.



İki yıl Almanya’nın en çok kar alan bölgeleri arasında yer alan Karaormanlar’ın hemen yakınındaki Tübingen’de yaşadım. Küçük bir üniversite kentiydi. Ilıman bir iklimi olan Heidelberg’i bir yana bırakacak olursam 12 yılım da karı ve soğuğuyla ünlü bir kuzey kenti olan Hamburg’da geçti. Her iki kentte de yağan karın haftalarca kalkmadığı kışlar geçirdim, fakat iki günlük İstanbul karının yolaçtığı korkuların benzerine hiç tanık olmadım.



Orada kar, insanların evlerine çekilip kendi başlarının çaresine bakma eğilimlerinin tersine aslında pek de var olmayan komşuluk ilişkilerinin doğup güçlenmesine yol açardı. Örneğin, kaldırımlardaki karları kürelemek belediye işçilerinin değil, kapıları o kaldırımlara açılan evlerde oturanların göreviydi. Karı kürelemek ilk yağdığı gün apartmanın giriş katında oturanların göreviydi; ikinci gün sıra ikinci kattakilere, üçüncü gün üçüncü kattakilere gelir, bu böyle sürer, sonra sıra yeniden birinci kata gelirdi. Eğer komşuda yaşlılık, hastalık gibi engeller söz konusu ise onun işini üst kat komşusu üstlenirdi. Esas olan gündüz ve gece, 24 saat kaldırımın temizlenmiş olmasıydı. Bu, Almanya genelinde geçerli bir kuraldı ve söz konusu kaldırımda bir yayanın karda kayıp bir yanını kırması ya da giysisinin kirlenmesi, yırtılması bir tazminat nedeniydi. Küreleme sırası o gün ya da gece kimdeyse tazminatı ödemekle o yükümlüydü. Bu kural nedeniyle en yoğun tipi sonrasında ara sokaklardaki kaldırımlar bile hemen temizlenirdi.


***



Bu satırları okurken, “Bizde olmaz!” diye mırıldandığınızı duyar gibi oluyorum. Dünyanın her yerinde kent yaşamı insanları daha devingen, daha dinamik kılarken, biz de -tuhaftır- insanları tembelleştirip durağanlaştırıyor. Köyündeki annesi hâlâ sırtında, iki büklüm çalı-çırpı taşırken, evlenip kente gelen, “ev hanımı” olan kadın da, evin her zaman yorgun erkeği de karşı köşedeki bakkala iki ekmek için kapıcıyı gönderecek, eğer yoksa telefonla sipariş verecek ölçüde tembelleşiyor.



Belki de tersini örneklemek için ille de yurtdışına gitmeye gerek yok, Türkiye ekvator kuşağında bir ülke değil, Doğu’da, Güneydoğu’da yağan karın aylarca kalkmadığı oluyor. Orada insanlar korkmuyorlar, karla yaşıyorlar.



Salt İstanbul’da yaşamak da, İstanbul’u yönetmek de “İstanbullu” olmaya yetmiyor galiba.








1 yorum:

Adsız dedi ki...

bu kadar cümle yzıpta boş konuşmak niye boş boş tur 1 cümle ilede bir kitap bile olsa