1 Haziran 2009 Pazartesi

HİÇBİR KONUDA UZLAŞAMAMAK - 31.05.2009

İnanıyorum, uzun yıllar sonra dünya tarihçileri 1900’lü ve 2000’li yılların Türkiye’sinin, Türklerinin tarihini incelediklerinde mantıklı sonuçlar çıkarmakta zorlanacaklar, “Ne insanlarmış…” diyerek umarsızca kafalarını sallayacaklar.

Çünkü tarih, sözlüden yazılıya geçildiğinden beri ülkelerin ve insanlarının tarihleri o ülkelerin tarihçilerinin yazdıkları değerlendirilerek yazılıyor. Bu, tarihçiler için doğal ki büyük kolaylık, fakat konu Türkiye ve Türkler olunca durum değişiyor, nedeni de bizim her olaya ilişkin olarak en az üç dört farklı bakışımızın olması.

Herhangi bir olayı ele alalım, örneğin üç ayrı bakışın oldukça belirgin bir biçimde kendini gösterdiği Ermeni sorununu. Bir bölüm tarihçimiz 1915 olaylarını “kesinlikle” soykırım olarak değerlendirirken bir bölüm tarihçi de aynı olayları “kesinlikle” soykırımla ilgisi olmayan, fakat belli sayıda can yitimine yol açan bir zorunlu göç ettirme önlemi olarak değerlendiriyor. Bir de değerlendirmeleri okul kitaplarına ve devlet kurumlarının yayınlarına alınan tarihçiler var ki onlar da olayların “kesinlikle” soykırım kategorisine sokulamayacağını, eğer bir soykırım söz konusu edilecekse bu suçun Türkleri arkadan vuran, Türk köylerini basıp kıyımlar yapan Ermeniler tarafından işlendiğini ileri sürüyorlar.

Toplumun bireyleri de doğal olarak kendi siyasal/ideolojik yaklaşımına/duruşuna yakın bulduğu bu üç farklı bakıştan birini benimsiyor, okuduklarını ya da duyduklarını kendi mantığında harmanladıktan sonra “kendine özelleştirdiği” çıkarsamalarla tartışmaya katılıyor.

Yeryüzünün başka bir yerinde benzer bir duruma rastlanabileceğini sanmıyorum. Çünkü hiçbir toplumun 94 yıl geride kalmış bir olay ya da olaylara ilişkin ortak bir kanıda birleşemeyecek olmasını düşünemiyorum. En azından yakından tanıdığım iki dünya savaşı geçirmiş, on milyonlarca ölü vermiş, büyük altüst oluşlar yaşamış Avrupa toplumlarında böyle örnekler yok.

Başbakan geçenlerde yaptığı Düzce konuşmasında sapla samanı birbirine karıştırarak geçmişte bu ülkeden yabancıların kovulduğunu, bu tür yaptırımların “faşizan uygulamalar” olduğunu söyledi. Herkes sazan balığı gibi üzerine atladı bu sözlerin. 1915 Ermeni tehcirinin, 1924 Türk-Rum mübadelesinin, 1934 Trakya olaylarının, 1942-1944 Varlık Vergisi’nin, 6/7 Eylül 1955 olaylarının, 1963-1964 Rum/Yunan göçünün “faşizan yaptırımlar” olup olmadığını ya da bunlardan hangisinin “faşizan” kavramına girebileceği üzerine ateşli bir tartışma başladı.

Bir kez daha görüldü ki bu konularda da toplumda bir uzlaşma, ortak bir kanı oluşamamış. İşin daha da vahim yanı, örneğin, uluslararası bir antlaşma olan 1923 Lozan Antlaşması’nın ek protokolüne göre Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen ve hiç kuşkusuz ki büyük insani acılara yol açan karşılıklı nüfus mübadelesinin, Demokrat Parti iktidarınca ortamı hazırlanan ve Demokrat Partili basın tarafından kışkırtılan bir ırkçı/milliyetçi talan/yağma harekâtı olan 6/7 Eylül olaylarıyla aynı kefeye konulması, konulabilmesidir. Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi insanları yurtsuzlaştırmaya yönelik hiçbir yaptırımın insani olarak onaylanmasına olanak yoktur, onaylanmamalıdır. Fakat gerçeklere sırt dönmemek de gerekir.

1963/1964 yıllarında zorunlu göç ettirme kapsamına giren bir yaptırım sonucu Türkiye’de yaşayan Türk uyruklu Rumlar ile yine sürekli Türkiye’de yaşayan, burada doğmuş fakat Yunan uyruğunda olan on binlerce insanın Yunanistan’a göçüyle sonuçlanmıştır. Bir bölümü yurttaşımız olan bu insanları zamanın iktidarının Kıbrıs Sorununda Yunanistan’a karşı bir koz olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bir devletin kendi yurttaşlarını koz olarak kullanabileceği “rehineler” olarak görmesi kınanması gereken bir durumdur. Son “faşizan mı değil mi” tartışmalarında bu konu da gündeme alınmıştır.

Şimdi birkaç hafta geriye dönelim ve Başbakan’ın, ABD Başkanı Obama 24 Nisan’da soykırım sözcüğünü telaffuz edecek mi, etmeyecek mi tartışmalarında, “Türkiye’de kaçak yaşayan 40 bin Ermenistan uyruklu Ermeni var, istersek bunları geri göndeririz” sözlerini anımsayalım. Yukarıdaki yaptırım “faşizan” bir uygulama ise (ki bence öyledir), Başbakan’ın bu tehdidi nedir? Acaba başbakanseverler bu konuda ne düşünüyorlar?

Geleceğin dünya tarihçilerini kafalarını sallarken görür gibi oluyor, gülüyorum. Bu arada kendi halimize de tabii.



Hiç yorum yok: