8 Haziran 2009 Pazartesi

TARİHİYLE KÜSKÜN OLMAK - 03.06.2009

Öyle bir noktaya geldik ki tarihimize küsenlerin sayısı her geçen gün biraz daha artıyor. Eskiden yazdıklarıyla bizi şaşırtan, öfkelendirenler yalnızca İslamcı kesimin yazarlarıyken, şimdi bunlara “liberaller” de eklendi. İslamcılarla el ele, kol kola geçmişimizde ne varsa ayaklarının altına alıp üzerinde tepiniyorlar.

İslamcılar, “Kurtuluş Savaşı diye bir şey yok,” derken, “liberaller” derhal onların yanında saf tutup, “Evet,” diyorlar, “basit bir Türk-Yunan savaşından başka bir şey değildi.” Onlar için Anadolu topraklarının emperyalizm tarafından işgalini öngören ve 32 devletin temsilcilerinin katılımıyla 18 ocak 1919 günü açılan Paris Barış Konferansı diye bir şey olmadığı gibi İstanbul’un ve Anadolu’nun müttefik güçler tarafından işgali de, 11 mayıs 1920 günü Osmanlı Hükümeti’nin önüne “imzala” diye sürülen Sevr Antlaşması da yoktu.

O “olmayan” Sevr Antlaşması’nda müttefikler tarafından öngörülen yaptırımlara biz yine de bir göz atalım.

Batı Anadolu (İzmir ve çevresi) Yunanlılara verilecekti. Güney sınırı ise, Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos dağları ve Osmaniye'nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa'ya bırakmakta idi. Doğuda Doğubayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye'ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak'ın kuzey kısmında nüfus bölgeleri tesis ediyorlardı. İstanbul'da ise hükümet ve padişah oturacak fakat, İstanbul milletlerarası bir şehir olacak, Boğazlarda ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı, Türklere bırakılan bölge, hakimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. Sevr’e göre, ülke içinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunuyordu. Türk uyruğundan çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk uyruğuna da giremeyecekti.

***

Müttefik devletlerin öngördüğü bu yaptırımların gerçekleşmemesini, bugünkü modern hayatımızı, özgürlüğümüzü, onurumuzu, evrensel insan haklarımızı, demokratik, laik bir sosyal hukuk devletinin yurttaşları olmanın övüncünü o “olmayan” Kurtuluş Savaşı’na ve onun önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunu açıp başını çektiği Aydınlanma Devrimi’ne borçluyuz.

Başta laiklik olmak üzere Türkiye’yi ortaçağ karanlığından kopartıp çağdaş uygarlık düzeyine yükselten “devrimci süreci” İslamcıların içlerine sindirememesini, o süreçte ne yaşanmışsa tümünü karalamalarını anlayabiliyorum. Fakat önemli bir bölümü soldan çark etme yeni liberallerin “yüzleşme” adı altında tarihimizi toptan yadsımalarını anlamakta “hâlâ” zorlanıyorum.

Yeryüzünde hiçbir ülke tarihsel geçmişi açısından “sütten çıkmış ak kaşık” değildir. Avrupa’ya bakalım: Faşist diktatörlükler, Mozambik ve Angola’yı iliklerine kadar sömüren Portekiz’de 48 yıl (1926-1974), İspanya’da 36 yıl (1939-1975), İtalya’da 23 yıl (1922-1945) sürmüştür. Avrupa’da 50 milyon insanın ölümüne neden olan II. Dünya Savaşı’nın baş suçlusu Hitler’in nasyonal-sosyalist diktatörlüğü Almanya’da 12 yıl iktidarda kalmıştır. Romanya 3 yıl (1941-1944 – General Ion Antonescu), Hırvatistan 4 yıl (1941-1945 – Ante Pavelic), Sırbistan 4 yıl (1941-1945 – Milan Nedic), Norveç 3 yıl (1942-1945 – Vidkun Quisling), Macaristan 6 ay (1944-1945 – Ferenc Szalasi) faşist/nazi diktatörler tarafından yönetilmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu diktatörlükler tarafından on binlerce komünist, sosyalist, demokrat, Yahudi ve Roman Nazilerin toplama kamplarına gönderilerek öldürülmüştür.

Bu ülkelerin aydınları da ülkelerinin geçmişlerindeki lekeleri eleştirmekte, fakat hiçbiri bizdeki gibi toptancı bir yaklaşımla tüm tarihlerini yadsımak gibi psikiyatri biliminin sınırlarını zorlayan „ruhsal boşalma“ seansları sergilememektedirler.

Tarihiyle küskün olmak üzerinde durulması gereken bir konudur. Biz de duracağız.



Hiç yorum yok: