27 Haziran 2009 Cumartesi

HESAPLAŞMA - 28.06.2009

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, Anayasanın Geçici 15. Maddesi’nin kaldırılması ve 12 Eylül 1980 darbecilerine yargı yolunun açılmasına yönelik bir girişimde bulundu. Bilindiği gibi darbeciler, topla, tüfekle, süngüyle toplumu sandık başına gitmeye, sivil işbirlikçilerine hazırlattıkları ve işledikleri insanlık suçlarına yargı yolunu kapatmayı da içeren çağdışı bir anayasayı oylamaya zorlamışlar ve aleyhinde propagandanın yasaklandığı 1982 Anayasası yüzde 92 gibi ezici bir çoğunlukla kabul edilmişti. Oylama aynı zamanda 650 bin kişinin gözaltına alınmasını ve/veya tutuklanmasını, tüm siyasal partilerin ve 23 bin derneğin kapatılmasını, gazete, dergi ve kitap yasaklarını, aydınlara ve gençliğe karşı kıyımı, yüzlerce ölümü yaşatan Amerikancı faşist darbenin lideri Kenan Evren’in 7 yıllığına Cumhurbaşkanı seçilmesi anlamına da geliyordu.

***

Kaldırılması istenen Geçici 15. Madde üç fıkradan ibarettir.

Birinci fıkra, 12 Eylül 1980 tarihi ile 6 Aralık 1983 tarihleri arasında yasama ve yürütme yetkilerini Türk Ulusu adına kullanan Milli Güvenlik Konseyinin, bu dönemde kurulmuş hükümetlerin ve Danışma Meclisinin, her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukuksal sorumluluk savı ileri sürülemeyeceğine ve bu nedenle yargıya başvurulamayacağına ilişkindir.

İkinci fıkrada, bu karar ve tasarrufları yerine getirenler ve uygulayanlar için birinci fıkraya bağlı olarak sorumsuzluk öngörülmüştür.

Üçüncü fıkrada ise, "Bu dönem içinde çıkarılan kanunlar, kanun hükmündeki kararnameler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığı" iddia edilemeyecektir.

Anayasa Mahkemesi, bu dönemde çıkan yasa ve kurallara karşı anayasaya aykırılık savıyla yapılan başvuruları bu fıkraya dayanarak incelenmeksizin reddetmektedir.

***

Bugün Kenan Evren 92, zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya 84, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer 85 yaşındadırlar; Kara Kuvvetleri Komutanı Nuretin Ersin ise 87 (2005), Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun da 83 (1998) yaşında öldüler.

Anayasanın geçici 15.maddesi TBMM tarafından kaldırılıp da yargılanmaları söz konusu olduğu takdirde “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga” suçundan ömür boyu hapis istemiyle yargıç önüne çıkacaklar, fakat ilerlemiş yaşlarından ötürü cezaevine konamayacaklardır. Ne var ki yargılanıp mahkûm edilmelerinin simgesel bir değeri vardır. Toplumda demokrasiden ve özgürlükten yana olan herkes bu demokrasi ve özgürlük düşmanı faşist darbecileri kelepçeli görmek, bu ülkede işlenen hiçbir suçun cezasız kalmayacağına inanmak istemektedir.

***

Fakat kendimizi aldatmayalım, istenen olmayacaktır. Olmayacağının ilk işaretini Başbakan, CHP’nin girişimini “sulu bir şaka” diye niteleyerek vermiştir. Kendi açısından haklıdır, çünkü liderliğini yaptığı AKP 12 Eylül koşullarının bir ürünüdür. Unutmayalım, TBMM’deki partilerin ve milletvekillerinin dağılımı da, partilerin antidemokratik yapılanmaları da 12 Eylül yasaları olan Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası sayesindedir.

Medyadaki patron temsilcisi yazarlar da o bildik “12 Eylül olmasaydı bugün belki hayatta olmazdık” teranesiyle CHP’nin girişimine karşı çıkacaklardır, çünkü “büyük medya” da gelişmesini ve bugünkü gücünü 12 Eylül’e borçludur.

Bir pazar günü için iç karartıcı bir yazı oldu, biliyorum, ama dünyamız giderek kararmıyor mu zaten?

BİRLİKTE YAŞAMA İRADESİ (3) - 24.06.2009

Geçen yazımızda Güneydoğuda 14 ili kapsayan ve Kürt nüfusunun yoğun olarak bulunduğu bölgenin Türkiye geneline oranla ekonomik, sosyal ve kültürel/eğitimsel geri kalmışlığını, yoksulluk ve yoksunluğunu sayısal verilerle göstermeye çalıştık. Bölgenin koşulları feodal ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin çözülmesini geciktirdiği ölçüde şeyhlik, ağalık, aşiret gibi ortaçağ kalıntısı kurumların varlıklarını sürdürmelerine, bölge insanlarının düşünce, eğilim ve davranışları üzerinde egemen olmalarına olanak sağlamaktadır. Demokrasinin taşıyıcıları onu içselleştirmiş olan özgür bireylerdir. Altyapıya feodal ve yarı-feodal ilişkilerin, üst yapıya da bu ilişkilerden beslenen çağdışı kurumların egemen olduğu toplumlarda bireylerin özgürlüğünden, dolayısıyla demokrasiden de söz edilemez.

Bölge halkı seçimlerde temel tercihini var olan eşitsiz koşulların nedenini “Kürt olmalarından kaynaklanan sorunların” çözülememesiyle gerekçelendiren Demokratik Toplum Partisi (DTP) ile yoksun ve yoksul topluma öbür dünyada cennet vaat eden Adalet Ve Kalkınma Partisi (AKP) arasında yapmaktadır. Her iki tercihte de seçmen davranışını belirleyenin içselleştirilmiş demokrasi olduğunu söylemek zordur. Geçen yazımızda yer belirtildiği gibi bu bölgede nüfusun yüzde 50’si 6’dan fazla kişinin barındığı hanelerde yaşamaktadır, tek başına bu gerçek bile böyle bir ataerkil yaşam biçiminde bireysel demokratik iradenin oluşamayacağını göstermektedir.

***

Üç bölümlük bu kısa yazı dizisinin çıkış noktası değerli toplumbilimci, sevgili hocamız Emre Kongar’ın gazetemizde yayımlanan “Kürt Sorunu: Birlikte Yaşama İradesi” başlıklı önemli yazısıydı. Hocamız yazısında soru biçiminde 11 “parametre” sıralamış, tartışmaya bu sorulardan başlanmasını önermişti. Biz de kendisinin çağrısına uyarak bölgenin ekonomik, toplumsal ve kültürel/eğitimsel koşullarının kaba bir resmini çizmeye çalıştık. Biz, bu resmin değişmesinin sınıfsal yaklaşımdan yola çıkarak bölge emekçilerinin nesnel çıkarları doğrultusunda verilecek siyasal bir savaşımla mümkün olacağına inanıyoruz. Kürt sorunu da bir “ulusal sorun” olmakla birlikte özünde/temelinde ve uzun erimde emek-sermaye çelişkisinin belirlediği bir sorundur.

Bölgede sanayileşme sürecine bağlı olarak çok yavaş da olsa kapitalist/burjuva bir sınıf oluşmakta, bu sınıf geliştikçe feodal ve yarı-feodal düzeni ayakta tutmak isteyen egemen güçlerle arasındaki çelişkiler belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Kürt sorununu ülkenin siyasal gündemine taşıyan da bu yeni sınıfın temsilcileridir. Bu sınıf, Kürtlüğü kendiliğinden bir etnik grup olmaktan çıkararak kendisi için bir etnik gruba dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu dönüşüm sürecinde kimlik, kimliklenme ve bunlara bağlı simgeler kendileri açısından önem taşımaktadır. Bu nedenle Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Türklerin gözünde ikincil, üçüncül derecede önem taşıyan “anadil eğitimi” (anadilde eğitim değil), üniversitelerde Kürt Filolojisi ve Kürdoloji bölümleri, Kürt Kültür Müzesi, Kürt Enstitüsü, vb istemler, bölgede oluşan yeni sınıfın siyasal temsilcileri ve kanaat önderleri için birincil önemdedir.

Kendiliğinden bir etnik grup olmaktan kendisi için bir etnik gruba dönüşmekte olan Kürtlükle özdeşleşerek bu dönüşümün başını çeken yeni sınıfın temsilcilerinin temel istemlerinin çoğunluk toplumuyla hayatın her alanında “eşitlik” ve “özgürlük” istemi olması doğaldır. Kürt toplumunda Türklerle “birlikte yaşama iradesinin” gelişip pekişmesi de büyük ölçüde bu istemlerin karşılanmasına bağlıdır. Tarih, eşit olmayanlar arasındaki birliklerin kalıcılık şansının yok denecek kadar az olduğunu çok sayıda örnekle göstermektedir.

Kürt emekçilerinin de kendileri için bir sınıfa dönüşüp siyasete ağırlık koymaları, sınıf kardeşliği temelinde Türk emekçileriyle omuz omuza daha güzel, daha zengin, daha aydınlık bir Türkiye için savaşım vermelerinin yolu da bu ön süreçlerden geçecektir.

***

Not: Bu yazılarda Kürt nüfusunun yoğun olarak yaşadığı Güneydoğu bölgesi ve o bölgedeki koşullar ele alınmıştır. Başta İstanbul olmak üzere bölge dışındaki Kürt yurttaşlarımızın içinde bulunduğu koşullar ve bu koşullara bağlı olarak gösterdikleri davranışlar farklılıklar göstermektedir, dolayısıyla ayrı bir yazı konusudur.

BİRLİKTE YAŞAMA İRADESİ (2) - 22.06.2009

Uluslaşma öncesi, alt ve üstyapıda feodal, yarı-feodal ilişkilerin egemen olduğu koşullarda yüzyıllardır kardeşçe yaşamış olmak, kapitalizmle birlikte farklı etnik gruplarda ulus bilincinin gelişmesine bağlı olarak “birlikte yaşama iradesinin” oluşmasının güvencesi değildir. Bir konuda irade beyanı bireysel bir davranıştır, bireylerde oluşan irade, o bireylerin ait olduğu toplumun iradesini belirler. Burada doğal ki aynı irade doğrultusunda davranan bireylerin o topluluk içinde çoğunluğu oluşturup oluşturmadıkları esastır.

Çoğumuz Kürt yurttaşlarımızın çok büyük bir bölümünün Türkiye’de Türklerle birlikte yaşamak doğrultusunda düşündükleri, bu doğrultuda davrandıkları inancındayız, inanmak arzusundayız. Fakat bu inanç, hiç kuşkusuz, Kürtlerin arasında Türkiye’den ayrılmayı düşünen, bu yolda mücadele eden kişi ve kuruluşların var olduğu gerçeğini göz ardı etmez, etmemelidir.

Sayıca az olan bir etnik topluluğun çoğunluk topluluğuyla “birlikte yaşama iradesinin” oluşması ve pekişmesinin temeli haklar ve yükümlülüklerdeki eşitliktir. Türkiye’de hiçbir birey ekonomik, sosyal, kültürel haklar bağlamında “Benim niçin yok?” sorusunu sormak durumunda bırakılmamalıdır. Fakat bırakılmıştır.

AKP hükümetinin son teşvik paketinden de görüleceği gibi 23 ili kapsayan ve 4. Bölge olarak değerlendirilen Doğu ve Güneydoğu Türkiye’nin en geri kalmış bölgeleridir. Ülkemizdeki sanayileşme düzeyinin en düşük olduğu bu 23 ilin 14’ünde yoğun bir Kürt nüfusu yaşamaktadır. Bu iller ele alındığında ortaya çok çarpıcı görüntüler çıkmaktadır.

KONDA araştırmasının verilerine bakalım:

1. Bu illerdeki nüfusun yüzde 22.81’i hiç okuma yazma bilmemektedir. İlkokulu bitirmeden ayrılan diplomasızların oranı yüzde 8.63, ilkokul mezunlarının oranı 35.34, ortaokul mezunlarının oranı yüzde 12.67’dir. Nüfusun yalnızca 1.03’ü meslek okulu mezunudur; yüzde 14.93’ü liseyi, yüzde 4..59’u da bir üniversite ya da yüksekokulu bitirmiştir. Kendilerinden özgür iradelerini oluşturmalarını beklediğimiz bu eğitim düzeyindeki nüfustur.

2. Türkiye genelinde 1-2 kişilik hanelerde yaşama oranı 15.95 iken bu oran Güneydoğuda yüzde 9.00’a düşmekte, 6-8 kişilik hanelerde yaşama oranı Türkiye genelinde 18.56 iken bu oran Güneydoğuda 34.33’e yükselmektedir. 9 ve üzeri hanelerde ise Türkiye geneli 4.55 iken Güneydoğu yüzde 16.47’lik bir oran göstermektedir. Bu koşullarda Güneydoğu’da insanların ne bireyselleşmelerinden, ne özgürleşmelerinden, ne de töre baskılarından kurtulmalarından söz edilebilir.

3. Türkiye genelinde hane başına aylık gelir toplamını 1.dilim 300 TL altı, 2. dilim 300-700 TL, 3. dilim 700-1.200 TL, 4. dilim 1.200-3.000 TL ve 5. dilim 3.000 TL üzeri olarak sınıflandıracak olursak gelir farklılığı açısından vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. 1. dilimin payı yüzde 16, 2. dilimin yüzde 44, 3. dilimin yüzde 27, 4. dilimin yüzde 11, 5. dilimin de payı yüzde 2’dir. Buna göre Türkiye nüfusu hane olarak 1.200 TL ve altında bir aylık gelirle yaşamak durumundadır. Şimdi Güneydoğu’ya bakalım. Bu bölgede 1. dilimin payı yüzde 44.73, 2. dilimin yüzde 39.1, 3. dilimin 12.39, 4. dilimin 3.38. 5. dilimin payı 0.40’tır. Güneydoğu nüfusunun yüzde 96.2’si hane başına 1.200TL ve altında bir aylık gelirle yaşamaktadır. Bu bölgede hanelerdeki kişi sayısı göz önüne alındığında durum tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Güneydoğu insanı siyasi iktidarlar tarafından a. cahil, b. bağımlı, c. yoksul bırakılmıştır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, ekonomik, sosyal ve kültürel bağlamda bir eşitlikten söz etmenin olanağı yoktur.

Şimdi, Demokratik Toplum Partisi’nin TBMM’de grup kurabilmesi için 2007 genel seçimlerinde adaylıklarını koyan bağımsızların bu 14 ilde aldıkları oy oranlarına bakalım. Ağrı 24,36, Batman 39.42, Bingöl 14.28, Bitlis 21.77, Diyarbakır 47.01, Hakkari 56.24, Iğdır 40.53, Mardin 38.77, Muş 45.81, Siirt 39.51, Şanlıurfa 20.14, Şırnak 51.83, Tunceli 59.96, Van 32.60.

Hayatta toplumsal, siyasal eğilim ve davranışlar rastlantısal değildir.

Bugün yerimiz kalmadı, konuyu önümüzdeki Çarşamba günü sürdürüp kapatalım.

BİRLİKTE YAŞAMA İRADESİ (1) - 21.06.2009

Geçen hafta sevgili Emre Kongar Aydınlanma köşesinde çok önemli bir yazı yayımladı. “Kürt Sorunu: Birlikte Yaşama İradesi” başlıklı yazısında hocamız Kürt sorununa ilişkin olarak Türklerin ve Kürtlerin birlikte yaşama iradesinin olup olmadığının saptanmasını bu konuda birincil görev olduğunu ileri sürüyor ve konunun bir çözüme bağlanması bağlamında tartışmaya buradan başlanmasını söylüyor.

Hocamızın çıkış noktası doğru ve gerçekçidir, çünkü çok etnisiteli toplumlarda “üniter yapıda ulusal bir devlet”in varlığı için farklı etnisitelerin birlikte yaşama iradesi belirleyicidir. Sevgili Kongar bu önemli saptamayı yaparken, dil sorununu “temel sorundan kaynaklanan” ikincil bir konu olarak değerlendiriyor. Bence bu bakış özellikle “kimliklenme” bağlamında özel bir tartışmayı gerektirmektedir.

Türkiye, çok kavimli bir imparatorluğun enkazı üzerinde kurulmuştur. Yüzlerce yıl aynı topraklarda yaşamış, aynı keder ve sevinçleri paylaşmış farklı etnik kökenlerden gelen topluluklar, 19. yüzyılın başlarından itibaren farklı düzeylerde kapitalistleşme sürecine girmeleriyle birlikte bu yeni üretim biçiminin üstyapıda ürettiği “ulus” ve “uluslaşma” kavramlarıyla tanışmışlardır. İmparatorluğun çöküşünü hazırlayan başlıca olgu da bu etnik toplulukların ulus bilinci kazanarak, uluslaşarak bir merkezi devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’na başkaldırarak, devletten ayrılma iradelerini ortaya koymalardır.

19. yüzyıl Osmanlı tarihi devletin özellikle Balkanlar’da toprak kayıpları tarihidir. Yunanistan (1821/1830), Romanya (1877/1878), Sırbistan (1878), Bulgaristan (1878/1908), Arnavutluk (1912) bu dönemde birbiri ardınca bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Avrupa’daki hızlı endüstriyel gelişmelerin etkisi ve kendi kapitalistleşme düzeyleri göz önüne alınacak olursa Osmanlı topraklarındaki ilk uluslaşma ve buna bağlı olarak bağımsızlık hareketlerinin bu toplumlarda ortaya çıkmasının bir rastlantı olmadığı görülecektir.

***

Anadolu toplumları arasında uluslaşma sürecine ilk giren toplum Ermenilerdir. Sosyalist bir örgütlenme olan Hınçak (Çan Sesi) Komitesi 1886, milliyetçi Taşnak Partisi ise 1890 yılında kurulmuştur. Her iki örgüt de Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulmasını hedeflemişler, bu hedefler doğrultusunda yabancı güçlerle işbirliği yapmışlar, çeşitli isyanlar örgütlemişlerdir.

Bağımsızlığa kavuşması Anadolu Rumlarında Yunanistan’la birleşme eğilimini doğurmuş, bu eğilim Anadolu’nun işgali döneminde Yunan ordusu ile işbirliği ve işgali destek biçiminde somutluk kazanmıştır.

Anadolu Ermenilerinin bağımsızlık girişimleri 1915 Tehciri ile Rumların, Yunanistan’ın “megalo idea” hedefinin bir parçası olma arzuları ise Ulusal Kurtuluş Savaşı ile akamete uğratılmıştır.

Osmanlı Türk toplumunda ulus bilincinin oluşması görece geç başlayan bir süreçtir. Bu gecikmede Anadolu’ya feodal ve yarı-feodal üretim ilişkilerinin egemen olması başlıca rolü oynamıştır; bu açıdan bakıldığında yeni bir Türk devleti kurmak amacıyla ortaya çıkan devrimci hareketlerin ilkin Balkanlarda görülmesi doğaldır. Ulus bilincinin, Anadolu’da çağdaş bir “ulus devlet” kurma bağlamında Türkçülük ile karıştırılmaması gerekir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919 mayısında Samsun’a hareket etmeden önce söylediği kısa bir cümle kurtuluş devrimcilerinin amaçlarını mükemmel bir biçimde özetlemektedir: “Alınacak tek bir karar vardı; hakimiyeti milliyeye müstenit (ulusal egemenliğe dayanan), müstakil (bağımsız), yeni bir Türk devleti kurmak.”

Sınırları Misak-ı Milli (Ulusal Ant) ile çizilen bu devlet Anadolu’da var olan, farklı etnik kökenden tüm toplulukların devleti olacaktır. Ama nasıl?

Yarın devam edelim.

17 Haziran 2009 Çarşamba

BU FİLMİ DAHA ÖNCE GÖRMÜŞTÜK SANKİ - 17.06.2009

1960’lı, öncelikle de 1970’li yıllarda solcuların en önemli yanılgılarından biri de kendi yarattıkları ve kendi aralarında konuştuklarında kolay anlaşabilirliği olanaklı kılan “özgün terminolojiyi” ikna çabasında oldukları kitlelerin de aynı kolaylıkta anlayabileceklerini düşünmeleriydi. Oysa sokaktaki insan sorduğu, “Siz ne istiyorsunuz?” sorusuna, “Sınıf partisi önderliğinde sosyalist devrim!” ya da “İşçi-köylü ittifakı zemininde, işçi sınıfının öncülüğünde Milli Demokratik Devrim!” gibi yanıtlar aldığında duyduklarından hiçbir şey anlamıyordu. “Emperyalizme ve her türden faşizme karşı yeni mevziler kazanmak”, “proleteryanın kızıl bayrağını yere düşürmemek”, “komprador burjuvazinin yüreğine korku salmak”, “darbeyi emperyalizmin yumuşak karnından vurmak” türünden sol kulaklara hoş gelen sloganlar onların dışındaki insanlar için pek bir anlam taşımıyordu.

Yüzlercesi sayılabilecek bu tür sloganlara takılıp dünyanın ve Türkiye’nin gösterdiği ekonomik, toplumsal ve bunlara bağlı olarak kültürel gelişmesine ayak uyduramayıp hayatın gerisinde kalan “sol”, çıkış noktasının doğru olmasına karşın kendini kitlelere anlatamadı. Bugün de anlatabildiğini söylemek sanırım fazlaca iyimserlik olur.

Solcuların düştüğü önemli yanlışlardan biri de kendi benimsediği jargonu aynen benimsemeyen, kullanmayan öbür solcuları “solcu” olarak görmemeleriydi. Her grubun doğruları “mutlak” doğrulardı ve solculuğun ölçütü de bunlardı. Bu yanlış son elli yıldır onlarca ama onlarca sol grubun/örgütün/partinin ortaya çıkmasına ve bunların hiçbirinin bir diğeriyle anlaşamamasına neden oldu. Bu yanlışın bir sonucu da egemen güçlere karşı verilecek savaşımda gerekli olan enerjinin sol grup, örgüt ve partilerin kendi aralarındaki sonu gelmez tartışma ve kavgalarda tüketilmesiydi. Sol için “düşman” en yakınındakiydi, karşılıklı “revizyonistler, oportünistler, sosyal faşistler” kavgalarından sıra “gerçek düşmana” , sınıf düşmanına bir türlü gelemiyordu.

Son yıllarda benzer gelişmeleri kendilerini “ulusalcı”, “Kemalist”, “Atatürkçü” olarak tanımlayan kesimlerde de gözlemliyoruz. Oysa kendilerini ırkçı ya da totaliter milliyetçilikten soyutlayan, bu tür akımlara mesafeli duran bu kesimlerin varlığı günümüz koşullarında Türkiye’nin toprak bütünlüğünün, ulus devlet yapısının, bağımsızlığının korunması açısından büyük önem taşımaktadır. Ne var ki “sosyalist sol” gibi bu kesimlerin de grup, örgüt ve parti olarak sayılamayacak çoklukta parçalara bölünerek onlarla aynı yolu, birbirleriyle didişerek enerjilerini tüketme yoluna girdiklerini gözlemliyoruz.

Herhalde insanlarımızın en büyük zaaflarından birinin, “ortak amaçlar doğrultusunda birleşememek; birleşse bile bir süre sonra bölünmek, bölündükten sonra da daha düne kadar birlikte olduğunu baş düşman belleyip var gücüyle ona saldırmak” olduğunu söylersek pek yanlış bir kanıda bulunmuş sayılmayız.

İçinde bulunduğumuz dünya, bölge ve ülke koşulları bir yanda tüm renkleriyle sol kesimi, öbür yanda da tüm renkleriyle ulusalcı kesimi birleşmeye, giderek bu iki ana kesimi ortak amaçlar doğrultusunda bir araya gelerek güç birliği oluşturmaya zorluyor. Doğaldır ki bu birleşmeler de, güç birliği de organik, yapısal bütünleşmeleri gerektirmiyor. Ortak zeminde buluşmanın sağlanabilmesi için önce insanların birbirlerinin görüşlerine, düşüncelerine, inançlarına hoşgörüyle yaklaşması, bir araya getirilemeyecek farklı görüşlerin bir yana bırakılarak, ortaklaştırılabilecek görüşlerin öne çıkartılıp ortak paydada uzlaşmaya kararlı olmak gerekiyor.

Dünyaya ve olaylara sınıf çelişkisi penceresinden bakan bir sosyalist ile baktığı pencere farklı olan bir ulusalcıyı aynı potada eritmek doğal ki olanaksızdır. Fakat yurtseverlik her ikisini de ortak zeminde buluşturabilecek bir kavramdır. Bugün bize gerekli olan da budur, yurtseverliktir. Üzerinde düşünelim. Gördüğümüz filmi defalarca yeniden görmeyi istemiyorsak tabii.

***

Not: Değerli yazarımız Erol Manisalı başarılı bir ameliyattan sonra hastaneden taburcu oldu. Sevgili hocamıza büyük geçmiş olsun diyor, bizleri özlediğimiz Bıçak Sırtı yazılarına bir an önce kavuşturmasını diliyorum.



15 Haziran 2009 Pazartesi

YURTSEVERLİK - 15.06.2009

“Yurtseverlik nedir?” sorusuna, “Yurdu her şeyiyle koşulsuz sevmektir,” biçiminde verebiliriz. Doğal ki bu sevme edimi “olumsuzu, kötüyü” içermez. Yurt, insanın doğumuyla başlayan yaşam sürecini geçirdiği ya da sonradan gönüllü olarak gelip yerleştiği yerdir. Bu tanıma göre Türkiye burada doğup yaşayan bir insanın olduğu kadar buraya göç edip yaşamını sürdüren insanın da yurdudur.

Yurt, sınırları belli bir toprak parçasıdır; dolayısıyla yurtseverlik de bu toprak parçasının üzerindeki tüm canlı ya da cansız varlıkları benimseyip sevmektir. Cansız varlıklardan örnek vermek gerekirse, dağlar, ovalar, denizler, göller, kıyılar, kentler, yer altı, yer üstü zenginlikleri, tarihsel kalıtlar sayılabilir. Canlı varlıklar ise başta insanlar olmak üzere, hayvanlar, ormanlar ve bitki örtüsüdür. Yurtseverlik bir yanıyla insan sevgisi gibi doğa sevgisini ve korumacılığını gerektirir.

Ülke insanlarının yurtseverliğinin aynası ülkenin ovalarının, ormanlarının, hayvanlarının, göllerinin, denizlerinin, kıyılarının, kentlerinin, tarihsel kalıtlarının sergilediği görüntülerdir. Eğer o ülkenin ovaları çölleşiyorsa, ormanları tükeniyorsa, gölleri kurutuluyorsa, denizleri kirleniyorsa, kıyıları betonlaşıyorsa, kentleri çirkinleşiyorsa, tarihsel kalıtları yağmalanıyorsa o ülkenin insanlarının yurtseverliğinden söz etmek güçtür.

***

Türkiye, ortak ve resmi dili Türkçe olan üniter/teklik yapıda bir ulus devlet olmakla birlikte çok dilli, çok dinli, çok mezhepli, çok etnik kökenli, çok kültürlü bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan herkes, ister doğumundan, isterse buraya göç ettiğinden itibaren olsun, Anayasa ve yasalar karşısında eşittir. Buna göre Türkiye Cumhuriyeti uyruğundaki herkes, sayısal varlıklarına ve sosyal konumlarına bakılmaksızın Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkesler, Abhazlar, Boşnaklar, Gürcüler, Osetler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Romanlar, Sünniler, Aleviler, Şafiler, Keldaniler, Nasturiler, Yezidiler vd eşit haklara ve yükümlülüklere sahiptirler. Devletin, cami-cem evi örneğinde görüldüğü gibi yanlış uygulamaları bu gerçeği ortadan kaldırmaz.

Yurtseverlik tanımına dönecek olursak, yurtseverlik, etnik kökenine, diline, dinine bakmaksızın bu yurdun tüm insanlarını eşit ölçüde benimsemek, çıkarlarını ve haklarını kendi çıkar ve hakları gibi korumaktır, koruyabilmektir. Bu yaklaşım her şeyden önce insan sevgisini ve hoşgörüyü gerektirir.

Türkiye, uzunca bir süredir sonu henüz görünmeyen, feodal ve yarı-feodal ilişkilerin çözülerek yerini kapitalizmin aldığı sancılı bir geçiş süreci yaşamaktadır. Kentlerdeki göç kaynaklı asayişsizlikten kırsaldaki töre cinayetlerine, kanlı toprak husumetlerinden teröre kadar toplumu bunaltan birçok olay bu geçiş sürecinin ürünüdür.

***

Benzer süreçleri daha önce yaşamış başka ülkelerde de örnekleri görüldüğü gibi (İtalya’da Güney Tirol, İspanya’da Bask vd) bu sancılı geçiş dönemlerinde belli etnik gruplar içinden ülkenin toprak bütünlüğünü parçalamayı amaçlayan ayrılıkçı güçler ortaya çıkabilirler, kanlı terör olaylarına yol açabilirler. Bunlara karşı gerekli askeri ve siyasal savaşım verilirken yapılabilecek en büyük yanlış o terör örgütü ile içinden çıktığı etnik grubu özdeşleştirerek toplumun bir kesimini başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere “eşit alandan” soyutlamaktır.

Adını koymak gerekirse, 20 yıldan fazladır Güneydoğuda yaşayan Kürt kökenli yurttaşlarımız, özellikle de kanaat önderleri bir yanda PKK terörü, öbür yanda devlet arasında sıkışmış bir durumda en bunalımlı dönemlerinden birini yaşamaktadırlar. Onlar bizim, bizlerle eşit haklara sahip yurttaşlarımızdır. Toplumsal, siyasal ve kültürel dayanışmamıza her zamankinden daha fazla gereksinimleri vardır.

Bu dayanışmayı göstermek yurtseverliğimizin gereğidir.

Korkmayalım; ülkemiz parçalanmayacaktır. Buna kimsenin gücü yetmez. Yaşadığımız sancılı sürecin sonu mutlaka güzel gelecektir. Geleceğin mutlu, aydınlık, barışçı Türkiye’sini, o özlediğimiz huzurlu kardeş bahçesini bu ülkenin her dilden, her dinden, her etnik kökenden yurtsever insanlarıyla el ele, omuz omuza, birlikte kuracağız.



ELEŞTİRİLER ÜZERİNE - 14.06.2009

Umduğum, beklediğim gibi “Ana Dil” ve “Anlatamamanın Dayanılmaz Ağırlığı” başlıklı son yazılarıma ilişkin olarak büyük bölümü eleştiri niteliğinde olan çok sayıda ileti aldım. Olumlu ya da olumsuz olsun okur tepkisinin bir köşe yazarı için çok yararlı olduğuna, bir düşünsel beslenme kaynağı olmasının yanı sıra bilgi donanımının zenginleşmesi açısından da önemli katkı sağladığına inanıyorum. Bu çerçevede son bir haftadır bana eleştiri ve önerilerini ileten tüm okurlarıma teşekkür ediyorum.

Okur tepkisinin, yukarıda saydığım katkılarının yanı sıra yazara yaptığı yanlışı görüp düzeltme şansı vermesi gibi bir yararı daha var. Buna örnek olarak üç okurumun iletilerini buraya almak istiyorum.

***

Sayın Özgür Y.:

Sayın Kavukçuoğlu, Anadilde Eğitim teriminden anlaşılan, okullardaki eğitim dilinin her bölgede o bölgede yaşayan insanların kullandıkları anadil olmasıdır. Sizin tarif ettiğiniz ‘Anadilde Eğitim’ anadilde eğitim değil, anadilin okulda öğretilmesidir. Terminolojideki karışıklık anlam karışıklığına da yol açıyor ve bugünkü yazınızda yakındığınız tur tepkiler almanıza neden oluyor. Bence ‘Okullarda Anadil Eğitimi’ veya ‘Anadilin Okulda Öğrenebilmesi’ şeklinde bir terminoloji kullanırsanız yanlış anlaşılmalara da yol açılmamış olur. Aksi durumda aldığınız eleştirilerin haksız olduğunu iddia edemeyeceğinizi düşünüyorum. Saygılarımla.

-------------------------------

Sayın Bülent H. S.:

“Değerli Deniz Kavukçuoğlu, bugünkü yazınızı da okudum ve meramınızı anladım. Anadilde eğitimden, dileyene Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması kastediliyorsa sorun yok; katılıyorum. Sorun şurada: ‘Anadilde Eğitim’ ifadesinden anladığımız, tüm müfredat ve eğitimin o dil ile yapılmasıdır. Sanırım bazı okurlarınız gibi benim de kafamı karıştıran, bu temel kavram konusundaki anlaşmazlıktı. Esenlikler dilerim...”

Sayın İsmail T.:

“Sayın Kavukçuoğlu, bugün Cumhuriyetteki köşe yazınızı, daha öncekiler gibi, büyük bir beğeni ile okudum. Düşüncelerinize katılıyorum. Ancak, anlattığınız içerikle, konuyu (sorunu) adlandırışınız farklı gibi geldi bana. ‘Anadilde eğitim’ diyorsunuz. Bu adlandırma, bir kişinin eğitimini anadilinde yapmasını çağrıştırıyor, her ne kadar bunun uygulanabilirliği olmasa da. Hâlbuki açıklamanızdan, belirtmek istediğinizin ‘bir kişinin anadilini öğrenmesi’ olduğu anlaşılıyor. Bu durumda konuyu ‘anadil eğitimi’ olarak adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. “

Meramımı anlatmada bana yardımcı olan bu okurlarıma özel olarak teşekkür ediyorum. Cumhuriyet’i de, okurlarını da başka gazetelerden ve okurlarından faklı kılan bu özelliktir.

***

Bir de söz konusu yazılarım nedeniyle kınama iletileri gönderen, beni bir ‘yurtsever’ olarak görmediğinden Cumhuriyet’e yakıştırmayan okurlar da var.

Örneğin, Sayın Mustafa K.E. şöyle yazıyor: Deniz Bey sizin 13 yıldır cumhuriyet gazetesinde yazıyor olmanız ve AKP iktidarına muhalif olmanız salt anlamda yurtsever (abç.-DK) bir aydın olmanız için yeterli değildir ve bunun örneğini de yazdığınız yazılardan okumaktayız. (…) Demek istediğim Türkiye ve Cumhuriyet kazanımları türlü kıskaçların altında ezilme tehlikesi yaşarken sizin sürekli etnik konuları kaşımanız düşündürücü ve üzücüdür. (…)”

Bu tür eleştirilere, yargılara, (acaba önyargı sözcüğü daha doğru mu düşer) yanıt vermenin oldukça zor olduğunu biliyor, ama aynı zamanda da yanıtsız bırakılmaması gerektiğini düşünüyorum. O halde önümüzdeki yazının konusu da böylece belli olmuş oluyor.

Yurtseverlik.

Okur Yorumları:

Sayın Kavukcuoğlu,

Anadil ana tarafından öğretilir. Anası çocuğuna anadilini öğretemiyorsa sorun anasınındır. Burada kamuya ait bir sorumluluk yoktur. Kamusal alanda herkesin birbiriyle anlaşabilmesi için gerekli olan dil Türkçedir. O halde devletin görevi sadece Türkçe öğretmektir, eğitim ve öğrenimi Türkçe yapmaktır. Ana dilde eğitim hakkı diye bir kamusal hak olamaz. Bu konuda tartışmalar hele yurtseverlik tartışmaları gereksizdir, kaynak ve zaman israfıdır.

Sevgilerimle,

Erkan Çetinkaya

Yüksek Mühendis

--------------------------------

DEĞERLİ KAVUKCUOGLU

YAZILARINIZI VE CUMHURİYET GAZETESİNİ

OKUYAN(DÜZENLİ OLARAK) BİR GENCİM

İKİ HAFTADIR ANADİL ÜZERİNE GÖRÜŞLERİNİZİ YAZIYORSUNUZ

OKUR YORUMLARINI AKTARDINIZ

ANLAYAMADIĞIM ŞU:

ANADİLDE EĞİTİM OLSA DA OLMASA DA ORADAKİ

ORTAÇAĞ KARANLIĞI YIKILMADIKCA NE OLACAK

EĞİTİM HAKKI OLDU AMA HALA AYNI ŞEYH AĞA DÜZENİ GİDECEKSE NE FARKEDER

CEPTELEFONU BİLGİSAYAR GÖTÜRDÜK ORAYA

FAKAT İNSANI İNSAN YAPAN DEĞERLİ TAŞIYABİLDİK Mİ SIRTIMIZI MI DÖNDÜK O GÜZEL İNSANLARA

BİR SİNEMA BİR TİYATRO BİR SPOR MERKEZİ

SOSYAL ZAMANLARI GEÇİRECEK BİR YAŞAM ALANI GÖTÜRDÜK MÜ

BU ZAMANDA HALA NAMUSU BACAK ARASINDA ARAYAN KAFALAR HÜKÜM SÜRDÜKÇE

İSTERLERSE SADECE ANADİLDE KONUŞSUNLAR NE DEĞİŞECEK

ANLAMIYORUM ANLAM VEREMİYORUM

SEVGİ VE SAYGILARIMLA

M.EMRE TAŞ

-----------------------------------

Selam Deniz Bey,
Yazılarınızın her satırını dikkatle okuyorum. Gerek biligi gerekse öneriler açısından çok şey öğreniyorum, teşekkürler. Başlık ne olursa olsun insanın kendi anadilini okulda öğrenmesinden daha doğal bir hak var mıdır? Dilin adı ne olursa olsun, bir dil kulaktan kulağa ne kadar gelişebilir? Ne kadar süreyle yaşayabilir? soruları uzatmak mümkün.
Her neyse, Deniz Bey, aydınlatıyorsunuz çok teşekkürler
saygılar
Ayşe KORKMAZ

-------------------------------------------
Sayin Kavukcuoglu,

Sevgili Cumhuriyet`imizin okurlarina kitabinizdan alintilarla (*) bir nebze serinlik saglamaniz olasi. Söyle ki;

"Toplumun belli kesimlerinde `yurt sevgisi`, `yurtseverlik`gibi kavramlar yadirganiyordu."

"...Beni anlayamamalarinda Türkiye toplumuna 1980`li yillarla birlikte egemen olan her seyi parayla pulla, `iyi yasamak`la degerlendirme anlayisinin da kesin bir payi vardi. Insanlarin kafalarindaki `malik olmak-olmak`dengesi coktan beri `malik olmak`tan yana bozulmustu."

25 yilini Almanya`da gecirdikten sonra yeni dönen, 35 yillik bir Cumhuriyet okuru olarak ben de "...bir insanin yurduna salt `sevgi`nedeniyle de dönebilecegini anlatmakta cok zorlandim." derken sizi anlamakta zorlanmalarini anlayabiliyorum. Tek sesli alaturka müzige alismis ya da yatkin kitlelerden cok sesli senfonik müzige duyarli kulak ve beyinlerin bulundugu toplum katmanlarina bir cirpida ulasmak olanakli degil elbette. Etnik sorunlari ve beraberinde tasinanlari, yurt cografyasinin lego ya da puzzle parcalari olarak görüyorum.
Sorun, Tito`nun ölümüyle Balkanlarda`yasananlara davetiye cikarmakla degil, Mustafa Kemal Atatürk`in "biz" diyebilmesinin bilinci ve tutarliligindan geciyor. Iste bu, uniter birligimizdir.
Sosyal hizmetleri de sunmak icin sosyal devletin niteliklerine haizseniz, oh ne ala!.. .Gerisi fasarya...

Saygilarimla,

Dincay Tüfenk
------------------------------

Sayın Kavukçuoğlu,

Biz Türkler dilimizi bilmiyoruz, yanlış kullanıyoruz, dolayısıyla analaşamıyoruz. Bazı sözcükleri neden birleştirdiğimizi; dil adlarını, sıfat değerinde olduklarında kavim adlarını neden büyük harfle (majüskül) yazdığımızı da bir türlü anlamamışımdır. Ana dil ayrı mı yazılmalı yoksa bitişik mi? Ancak nasıl yazılırsa yazılsın ana dil ya da anadil “başka diller üretmiş olan” dil demektir. Bir başka deyişle lâtince bir ana dildir. Ana dili ise çocukken ailemizden öğrendiğimiz dildir. Öyleyse Kürtçe ana dil değil bir grup insanın ana dilidir. Ve okullarımızda (orta öğretimde, yüksek öğretimde) öğretilebilir; sadece kürtçe değil lâzca, çerkezce gibi ülkemizde konuşulan öteki diller de öğretilmelidir eşitlik ilkesi gereği. Ancak ilk-öğretim kesinlikle ve sadece türkçe olmalıdır. Devlet kürtçe televizyon yayını yapıyor. Neden öteki dillerde de televizyon yayını yapmıyor? Öteki etnik grupların birer PKK, LKK ya da ÇKK’sı olmadığı için mi? Demokrasinin temeli –herkesin ileri sürdüğü gibi- bana göre özgürlük değil bireyler ve gruplar arası eşitliktir.

Saygılarımla.

Ekrem Aksoy

Emekli öğretim üyesi

------------------------------------

Sayın Kavukçuoğlu,

Ben 43 yıllık CUMOK'um,başka bir deyişle 43 yıldır 'Cumhuriyet Üniversitesi' öğrencisiyim.Bu 'üniversite'de hep öğrenci olarak kalınır,bunu biliyorum.Sizin nitelikli,derinlikli yazılarınızı da -kaçırmadan,aksatmadan- okuyorum,çok da yararlanıyorum.Kaleminizi öperim.

Dünkü (14.06.2009) yazınızı da okudum.Görüşlerinizde bana ters gelen bir şey olmadığı için,işin o yanını geçiyorum.Üzerinde durmak istediğim,kullandığınız terim.'Anadil' sözcüğünün anlamı başka,'anadili'

sözcüğünün başka.Bu sözcükler eşanlamlı değil.Anadil,başka diller türetmiş olan dildir,dil doğuran dildir.Anadili ise -yalınkat bir anlatımla-ananın dili,anadan ya da yakın çevreden öğrenilen dildir.

Siz -doğru anladıysam-'anadil'den değil,'Anadili'nden söz ediyorsunuz.

'Yurtseverlik'le ilgili yazınızı da okuyup yararlanmak için dört gözle bekliyorim.

En içten dileklerimle saygılarımı sunarım.

Recep Nas

NOT: 21 Şubat,UNESCO' nun 1999' da aldığ bir kararla Uluslararası Anadili Günü kabul edilmiştir.Amaç şudur: Dünyada konuşulmakta olan dillerin korunmasına katkıda bulunmak...

------------------------------

Sayın Orhan Tümen:

Sayın Kavukçuoğlu,

Dil yalıngukları(insan) hem birleştirir hem de böler.Cumhuriyet’in bir dili olur.Bir dil bir yalınguktur.

İki dil iki yalınguktur.Dil kültürse TDK’nın yaptırım gücü olur.

Türkiye’de farklı ana ve baba diller var diyorsunuz.Gürcüstan var gürcüce TVkanalları var.

Tan tün (gece gündüz) Hıristiyan kültürü veriyor.İsrail İbranice kültür veri,yor.Ariang (kore)

Kanalı Budist kültür veriyor.On TV kanalı tan tün kermanjice(Kürtçe) yayın yapıyor.

Siz hiç soraklanmayın dalbınmayın (telaş) Kurtsat,Gali kurdistan,newroz,kurd 1,Mezopotamya

Hep kermanjice ve soranice yayın yapıyor.Guranice ve zazaki ce yaın yok yazık oluyor.

Pakistan’da 4 eyalet var Sind,pencap,beluci,peştun.Kürt dediğiniz oluşturmaya çalıştığınız

Yeni kavim bunların karışımı.

Belucice göze ÇAM ağza DEB deniyor Kürtçede ise ÇAV ve DEV deniyor.M>V ;B>V değişimi.

Beluci BOGHTY(bohti) aşireti siirt’te BOHT-AN>botan olarak karşımıza çıkıyor.Belucice

BADİNAN Barzan bölgesinde de var .Gabar dağları Belucistan’da da var.Konu uzun.

1 TL’yi masal için vermiyelim anlamadığınız konuda ahkam kesmeyin.

Saygılar


10 Haziran 2009 Çarşamba

ANLATAMAMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI - 10.06.2009

Öyle konular var ki bu köşede ele aldığımda kimi okurlardan geleceğini bildiğim tepkilere karşı nasıl bir tutum takınmam gerektiğine önceden kafa yormam gerekiyor. “ana dilde eğitim” de bu konulardan biri. Pazartesi günkü “Ana dil” başlıklı yazım, eskiden olduğu kadar olmasa bile yine de belli ölçüde okur tepkisiyle karşılaştı.

Bu köşede 13 yıldır yazıyorum, Cumhuriyet okurlarının benim Türkiye’nin “üniter yapıda” bir “ulus devlet”, Türkçenin de “devletin resmi”, yurttaşlarının da “ortak” dili olarak kalmasından yana olduğumu bilmeleri gerekir diye düşünüyorum. Fakat öyle olmuyor; kimi okurlar, “Eğer Türkler Türkçe, Kürtler Kürtçe, Çerkezler Çerkezce vb öğrenecek olurlarsa aralarında nasıl anlaşacaklar?” gibi anlamakta zorlandığım sorular yöneltiyorlar.

Oysa kimse Türkçenin dışındaki ana dillerin ilköğretimden başlayarak Türkçenin yerine geçmesi diye “absürd/saçma” bir istemde bulunmuyor. Ana dilde eğitimden kastedilen söz konusu dilin “seçme ders” olarak Milli Eğitim müfredatına alınıp öğretilmesidir. Evinde sözgelimi Kürtçe konuşan bir aile okula giden çocuğunu seçme ders olarak Kürtçeye yönlendirme hakkına sahip olmalıdır. Yurttaşların ana dillerini öğrenmek istemeleri temel bir insan hakkıdır, bu istemi karşılamak da uygar/çağdaş bir devletin temel yükümlülükleri arasındadır.

Bugün Almanya’da, Hollanda’da ya da Türk nüfusunun yoğun olarak bulunduğu başka Avrupa ülkelerinde Türkçe seçmeli ders olarak okul programlarında yer almaktadır. Türkiye’nin bu ülkelerden eksiğinin olmaması gerektiğini düşünüyorum.

***

Kimi okurlar da karşı düşüncelerine gerekçe olarak ülkemizin içinde bulunduğu duyarlı durumu göstermekte, bu koşullarda ileri sürülen ana dilde eğitim isteminin “siyasal kaynaklı” olduğunu vurgulayarak konuya olumlu yaklaşmanın “PKK’nın ekmeğine yağ sürülmesi” anlamını taşıyacağını söylemektedirler.

Bu istem özü bakımından “kültürel” bir istemdir, fakat gereksiz ve uzun bir inatlaşma sürecinde siyasallaşmıştır. Fakat bu inatlaşmayı salt Kürtlere yüklemek haksızlık olur. Unutmayalım ki dün denecek kadar kısa bir zaman öncesine kadar bu yazıyı yazmak bile ülkemizde suçtu.

Siyasal yönetimler onlarca yıl Kürt dilini yok saymışlar, bu dilin Türkçenin “deformasyona uğramış bir lehçesi” olduğuna ilişkin kuramlar üretmişlerdir. Cumhurbaşkanlığı bu ülke seçmeninin yüzde 92’sinin oyuyla onaylanmış 12 Eylül’ün darbe lideri Kenan Evren’in “karda yürürken çıkan kart-kurt sesleriyle Kürt ve Kürtçe kavramları arasında kurduğu dahiyane (!) ilişki” bile toplumda kendine yandaş bulabilmiştir. Bu tutmayınca bu kez de “Hangi Kürtçe?” yollu bir tartışma başlatılmış, Zazaca ve Kırmançi arasındaki farklılıklara “olmayan” onlarcası katılarak “Kürtlerin kendi aralarında bile anlaşamayacakları”, “Kürtçenin bir yazı dili olamayacağı” gibi savlarla toplum aldatılmaya, Kürt dili aşağılanmaya çalışılmıştır.

Kürtlerin bu çabalara karşı tepki göstermeleri, bu çabalarda siyasal bir arka plan aramaları, dolayısıyla konuyu siyasal düzleme çekmeleri doğal değil midir? Ya da 1980’li yılların ortalarına kadar iktidarların Kürtçeye yaklaşımlarının “siyasal” olmadığını söyleyebilir miyiz? Nitekim sorunun çözümü de “siyasal” olacaktır. ***

Kürtçeyle ilgili yazdığım yazılara gelen bir bölüm uyarı da zaten “onların” evlerinde Kürtçe “konuşabildikleri”, “sokakta da konuştukları”, buna hiçbir müdahalenin olmadığı doğrultusundadır. Doğrudur, fakat benim anlatmak istediğim, anlatamamanın ağırlığını duyumsadığım konu, bu ülkede konuşulan ana dillerin okul eğitiminde öğrenilebilme şansına sahip olmaları, bu dillere edebiyat ve bilim dili olma yollarının açılmasıdır. Yoksa TRT 6 aylardır Kürtçe yayın yapmakta, bir süredir de Van Devlet Tiyatrosu’nda Kürtçe bir oyun sergilenmektedir.

Konunun PKK ile ilişkilendirilmesini ise anlamsız buluyorum, çünkü Türkiye’nin, alacağı kararları bir terör örgütünün söylemlerine endekslemeyecek kadar güçlü olduğuna inanıyorum

Okur Yorumları:

Sayın Kavukçuoğlu,

Bugün Cumhuriyetteki köşe yazınızı, daha öncekiler gibi, büyük bir beğeni ile okudum. Düşüncelerinize katılıyorum. Ancak, anlattığınız içerikle, konuyu (sorunu) adlandırışınız farklı gibi geldi bana. ‘Anadilde eğitim’ diyorsunuz. Bu adlandırma, bir kişinin eğitimini anadilinde yapmasını çağrıştırıyor, her ne kadar bunun uygulanabilirliği olmasa da. Halbuki açıklamanızdan, belirtmek istediğinizin ‘bir kişinin anadilini öğrenmesi’ olduğu anlaşılıyor. Bu durumda konuyu ‘anadil eğitimi’ olarak adlandırmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. 10.06.2009

Saygılarımla

İsmail Turgut

--------------------------

Değerli Deniz Kavukçuoğlu,

Bugünkü yazınızı da okudum ve meramınızı anladım. Anadilde eğitimden, dileyene Kürtçe'nin seçmeli ders olarak okutulması kastediliyorsa sorun yok; katılıyorum.

Sorun şurda: "Anadilde Eğitim" ifadesinden anladığımız, tüm müfredat ve eğitimin o dil ile yapılmasıdır. Sanırım bazı okurlarınız gibi benim de kafamı karıştıran, bu temel kavram konusundaki anlaşmazlıktı. Esenlikler dilerim...

Bülent H. SAKIZLIGİL / ANKARA

-----------------------------

Sayın Deniz Kavukçuoğlu,

Bir köşe yazarına bir şeyler yazmanın birkaç nedeni vardır. Önce yazısını beğenirsiniz övmek için, beğenmezsiniz yermek için, sonra güncel bir konuda çok değerli, sandığınız görüşleriniz vardır köşe yazarına bu düşüncenizi onaylatmak veya beğendirmek istersiniz (adam-veya kadın- bir de yazınızdan ya da adınızdan sözettimi değmeyin keyfinize). Size yazma nedenim bunlardan biri değil. Bir sorumluluk duygusu. Gazete adına duyduğum bir sorumluluk duygusu. Bir şeyler yanlış. Bu günlerde sık düşüyorsunuz bu yanlışlığa. Belki düzeltme olanağı vardır belki ayrı bir bakış açısı oluşturabilirsiniz diye düşündüm.

Önemli eksikliklerinizin olduğunu söyleyeceğim konu Kürtçe. Bu konuda yazdıklarınızdan edindiğim izlenim her Türk okuryazarı gibi; çeviri bir bakış açınız var. Bu konuyla ilgili yazdıklarınız veya yazılanların çoğu son 20–25 yıldır Avrupa’da söylenip yazılan oradan ülkemize gönderilip yayınlatılan şeyler. Siz onları özgün bir yorum gibi köşenize koymuşsunuz. Sizi suçlamıyorum bu konuda ulusal hiçbir yayın yok yazılıp çizilenler de çoğunlukla yanlı şeyler.

Önce Kürtçe ile ilgili bazı soruları sormak gerekir.

Hiçbir komplekse kapılmadan şu soruya bir yanıt bulmak gerek.

Böyle bir dil varmıdır? Eğer varsa, bu dilin bir grameri, alfabesi, yazısı, benzeri yaşayan bir dil için gerekli şeyleri varmı? Kaç çeşit söylenişi (lehçe) var ve bu çeşitlerin kaçı Türkiye’de konuşuluyor?

Sonra arkasından şu soruyu hemen sormak gerek: kim konuşuyor bu dili? Yanıt kolay: Kürtler. Kaç kişi bu Kürtler ve birbiriyle Kürtçemi konuşuyorlar ya da bunlardan kaç kişi hangi Kürtçeyi konuşuyor? TRT nin yaptığı yayını kaç kişi dinliyor ve anlıyor. Van’da sahnelenen-sözünü ettiğiniz-oyun gişe hasılatımı kırdı yoksa kimse izlemedimi?

Yine, hiçbir komplekse kapılmadan söylemek gerek: Evet Kürtçe diye bir dil vardır.

Kuşkusuz, tartışmasız vardır ve bu coğrafyada belki 1000 yıllardır konuşulmaktadır. Ve yaşıyor. Çoğu insan yaşamı boyunca başka bir dil öğrenemeden ölüp gidiyor bugün hala böyle. Kürtçe unutturulmuş, asimile edilmiş, değil. Özel bir dönemin dışında Kürtçe konuşanlar vurulup dövülüp işkence görmemişlerdir. O dönemde Türkçe konuşanları da elden geçirdiler. Faşizm işkence ederken etnik ayrımcılık yapmadı. O koşulları Türkçe konuşanlar daha çok yaşadılar. Siz o sırada yurtdışında filan olabilirsiniz. Hep Kürtler dövülüp sövüldü diye haber almış olabilirsiniz.

1976 da Bitlis’te bulundum duvarlarda Kürtçe sloganlar vardı sokaktan geçen kimse o yazılanları anlamıyordu, yani, “bu, bizim konuştuğumuz Kürtçe değil” diyorlardı. O yıllarda bile Bitlis’te kendini sakınmadan Kürt diye tanıtan bir tanıdığa sormuştum “bu Kürtçe Bağdat radyosunun Kürtçesi” demişti.

Dikkatinizden kaçmamış olsa gerek şu anda Barzaniye tahsis edilmiş bölgede Kürtçe konuşuluyor, abecesi (pardon elifbası) bile var yazılıp çiziliyor hatta bir de üniversite açacaklarmış. Oraya giden Türkiyeli Kürt işadamlarına sormanızı öneririm. Size, çevirmen olmadan anlaşamadıklarını söyleyeceklerdir.

Sonra cesaret isteyen bir soru daha sormak gerek Türkiye’de yaşayan Kürtlerin bir dil sorunu varmı? Nerden ne zaman çıktı bu sorun? Bu dili konuşanlar dışlandı mı ana dilde eğitimi kim istiyor? Kürtlermi yoksa Avrupalılarmı ABD mi? Anadilde eğitim ya da resmi dil Kürtçe isteminin arkasından gelecek olan ne? Hiç düşündükmü? Düşündünüzmü?

Sonra şu çok önemli soruyu sormadan geçmeyelim lütfen: Bu Kürtleri kendilerinden çok AB ve ABD düşünüyor. Niçin acaba?

Turgut bey tam 25 yıl önce 15-20 milyon kürt var demişti. Şimdi kaç kişi oldular acaba bir sayı varmı? Ne ilgisi var demeyin. Hem sizin hem benim yazıp söylediklerimizin hiç biri ulusal kendi kaynaklarımızın yaptığı araştırma veya benzeri şeylerin sonuçları değil. Bence bir iyilik yapın; devlete söyleyin kaç Kürt var kaç Arap var kaç Çerkez kaç Laz kaç Çingene kaç Gürcü kaç Tatar ve kaç Türk var bir saysın. Sayımızı bilelim.

Muhterem o sırada cumhurbaşkanıydı yalan söyleyecek değil ya! 1985 deki rakamı baz olarak alın yıllık % 5(az ya!) artışla bu günkü Kürt nüfusu bulursunuz. Varmı o kadar Kürt?

Ülkemizde bunlara benzer her konuda yaklaşım-ne yazık- bu. Yani yüzeysel. Yani kulaktan dolma.

Eğer kasıt yoksa bu tür yaklaşımlara ne demeli?

Geçenlerde Adanada bir konuşma yaptınız sizi dinleyenler arasında Araplar, Kürtler ve Türkler vardı belki salonda sormanız yakışık almayabilirdi ama yemek yediğiniz lokandadaki garson bindiğiniz taksinin sürcüsü ile konuşsaydınız birçok konuda bilgilenirdiniz. Çünkü onlar ya Kürttü ya Arap ya da Türkmen birbirleriyle kendi dillerinde seninle Türkçe konuşacaklardı

Okuryazarlıktan aydın olmaya doğru yönelmenin bir koşulu var: evrensel değerlere takılıp kalmamak, biraz da yerelleşmek. O zaman Aydın olunuyor. Yaşadığımız coğrafyanın doğasını kültürünü insanını tanımadan neler olup bittiğini anlayamayız. Bunu yapmanın yolu yalan yanlış batı kaynaklarını ezberlemek değil.

Çok ilginç bir örnek var yazınızın (10.06.09) “zazaca ve kırmançi arasındaki farklılıklara olmayan onlarcası katılarak” diye başladığınız bölümünde; açıklamaya çalıştığınız şey Kürtçenin masif tek parça bir dil olduğu ve 12 eylul döneminde bu ayrımın yapıldığı. Bu ayrımın olup olmadığını ne zaman başladığını ne Zaza’larla ne de Kürtler’le konuşmadığınız anlaşılıyor belki siz Mardinlilerin de Kürt olduklarını hatta Kürtçe konuştuklarını söyleyeceksiniz. Güney doğuda ve doğuda tek bir etnik yapı olduğu ve bu yapının da Kürt olduğu savı son 30 yıldır olağanüstü tırmandırıldı. Hiçbir okuryazar Türk “biz Türküz” diye kitap yazan, “Kürtçe, Farsça ve Türkçe karışımı bir yerel lehçedir” diyen Kürtlerin görüşünü dikkate almaz. Çünkü “onlar, kendilerini resmi ideolojiye satmış, kürt halkının düşmanlarıdır” şimdi çok masum bir istekmiş gibi göstermeye çalıştığınız şu “Anadilde eğitim” konusu, bu dilin eğitim ve öğretimle bilim ve edebiyat dili olmasının yolunun açılması isteği var ya bunu yeryüzünde hiçbir devlet hiçbir dile ve kültüre tanımaz. Bu ancak demokratik sivil bir toplum düzeninde toplumsal bir talep sonucunda olabilecek bir şeydir. Böyle bir Türkiye yaratma çabasında kaç Kürt var kaç Türk var? Siz böyle bir Türkiye yaratmak için ne kadar çaba gösteriyorsunuz?

Eskiden Cumhuriyet okuruna böyle bakmazdı. Gazete nasıl bir okuyucusu olduğunu bilir ona göre kendine çeki düzen verirdi. Şimdi tam tersini yapıyor okuyucuya çeki düzen vermeye çalışıyorsunuz. Adana’da 27 Mayısla ilgili konuşmanızı dinlerken bu sonuca vardım; Konuşmanızın biçemi ve içeriği ortaöğretim sınıfına ders verir gibiydi. Üzüldüm.

Kürtçe konusunda da aynı tavır.

Zaten “anlatamamanın dayanılmaz ağırlığı” nı da bu nedenle duyumsamış olmalısınız. Anlayamadılar diye sinirlenen bir öğretmen kızgınlığı içindesiniz.

Saygılarımla

Ahmet Duman-Adana

- -----------------------------------------

Sevgili Deniz Beykardeşim;

8/6/09 tarihli köşenizdeki ''Anadil'' başlıklı yazınızdaki düşüncelerinize tepkimi yazmak isterken bugünkü yazınızda benimle aynı paraleldeki tepkilerin geldiğini okudum. Ama yine de birazcık tepki düşüncelerimi iletmek isterim. Unutmadan

Düşündüm de acaba Deniz Beykardeşim önceki yazısını Bodrum'da mehtabın denize aksettiği ve soğuk rakısını mezesiyle yudumladığı bir ortamda daldığı düş aleminde mi yazdı? Yoksa Kürt kardeşlerimizle aralarında ( Bir Fransız Cumhurbaşkanının eşinin olduğu gibi) duygusal bir bağ mı var? Veya hümanist bir düşünce mi?

Yalnız bildiğim kadar Kürtçe öğrenmek serbest. Bunun için kurslar açılmıştı da öğrencisizlikten hepsi kapandıydı. Öğrenmek o kadar serbest ki Kürt yurttaşlarımız Türkçeyi konuşmak için çevirmen kullanıyorlar.Kürtçe plak serbest, gazete serbest. Peki neden illaki bu aşamada kültür değeri olmayan bu dili Milli Eğitime sokmak için çaba gösteriliyor?

Bir de aklıma şu geliyor: Bu sıcak mevsimde bizleri uyuşukluktan kurtarmak için siz bunu bilerek hınzırlığınızdan yapıyorsunuz.

Sevgilerimle;

Kıral Y.

PS.- (Eski) Haydarpaşa Lisesinde okurken en yakın arkadaşım bir kürt yurttaşımızdı.

------------------------------


Sayın Kavukcuoglu,

Anadilde Egitim teriminden anlaşılan, okullardaki egitim dilinin her bolgede o bolgede yaşayaan insanların kullandıkları anadil olmasıdır.

Sizin tarif ettiğiniz "Anadilde Egitim" anadilde egitim değil, anadilin okulda ogretilmesidir. Terminolojideki karışıklık anlam karışıklığına da yol açıyor ve bugünkü yazınızda yakındığınız tur tepkiler almanıza neden oluyor. Bence "Okullarda Anadil Eğitimi" veya "Anadilin Okulda Öğrenebilmesi" şeklinde bir terminoloji kullanırsanız yanlış anlaşılmalara da yol açılmamış olur. Aksi durumda aldığınız eleştirilerin haksız olduğunu idda edemeyeceğinizi düşünüyorum.

Saygılarımla,

Dr. Özgür Yaycıoğlu

--------------------------------------

“SEÇMELİ” BÖLÜCÜLÜK!

Serdar Ant

Öyle yalanlar vardır ki kabahati, söyleyen

ağızdan ziyade dinleyen kulaktadır.

Arap Atasözü.

Cumhuriyet gazetesinin 8 Haziran 2009 tarihli sayısında yayınlanan “Anadil” başlıklı yazısında, bugün konuşulmakta olan Kürtçenin “ne edebiyat ne de bilim dili için yeterli” olmadığı sözde gerekçesiyle, “Kürtçenin, anadilde eğitimin devletin örgün okul programına alınmasını, üniversitelerde öğrenilecek/öğretilecek bir bilim dili olarak benimsenmesini” savunan Deniz Kavukçuoğlu, öyle sanıyorum ki okurlardan gelen tepkiler üzerine geri adım atmak zorunda kaldı ve 10 Haziran 2009 çarşamba günü yayınlanan “Anlatamamanın Dayanılmaz Ağırlığı” başlıklı yazısında şunları söyledi :

“… kimse Türkçenin dışındaki anadillerin ilköğretimden başlayarak Türkçenin yerine geçmesi diye ‘absürd/saçma’ bir istemde bulunmuyor. Anadilde eğitimden kastedilen söz konusu dilin ‘seçmeli ders’ olarak Milli Eğitim müfredatına alınıp öğretilmesidir. Evinde sözgelimi Kürtçe konuşan bir aile okula giden çocuğunu seçmeli ders olarak Kürtçeye yönlendirme hakkına sahip olmalıdır. Yurttaşların anadillerini öğrenmek istemeleri temel bir insan hakkıdır, bu istemi karşılamak da uygar/çağdaş bir devletin temel yükümlülükleri arasındadır.

Bugün Almanya’da, Hollanda’da ya da Türk nüfusun yoğun olarak bulunduğu başka Avrupa ülkelerinde Türkçe seçmeli ders olarak okul programlarında yer almaktadır. Türkiye’nin bu ülkelerden bir eksiğinin olmaması gerektiğini düşünüyorum.”

Öncelikle Kavukçuoğlu’nun verdiği Almanya, Hollanda ya da Türk nüfusun yoğun olarak bulunduğu başka Avrupa ülkelerinde Türkçenin seçmeli ders olarak okullarda okutulması örneğinin, şu anda terör örgütü PKK tarafından talep edilen anadilde eğitim ya da Kürtçenin okullarda seçmeli ders olarak okutulması ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Türkiye’nin bugünkü siyasal, kültürel, toplumsal koşulları, Kavukçuoğlu’nun örnek olarak verdiği ülkelerden çok farklıdır. Türkiye’nin bu ülkelerden bir eksiği” değil, bir “fazlası”(!) vardır: 25 yıldır süren ve Türkiye’yi kana bulayan PKK terörü…

PKK’nın 7. Kongre kararları doğrultusunda açıklanan “Demokratikleşme ve Barış İçin Acil Eylem Planı” ana hatlarıyla aşağıdaki taleplerden oluşmaktadır:

1. OHAL kaldırılmalıdır.

2. Olağanüstü mahkemeler lağvedilmelidir.

3. İdam cezasının kaldırılması şarttır.

4. Düşünce suçlularına genel af getirilmelidir.

5. Merkezden yerel yönetime geçiş gerçekleşmelidir.

6. Kürt dili ve kültürünün önündeki engeller kaldırılmalı; Kürtçe eğitim ve yayın ile BM sözleşmeleri çerçevesindeki tüm temel haklar tanınmalıdır.

7. PKK, barış projesi kapsamında toplumun tüm kesimleriyle örgütlenme ve etkinlikte bulunma çabası içinde olmalıdır.

8. Koruculuk sistemi kaldırılmalıdır.

PKK’nın bu siyasal hedeflerinden ilk üçü, AB üyelik süreci bahanesiyle gerçekleştirilmiştir! 5, 6,7 ve 8. maddelerin gerçekleştirilmesi için ise her kanaldan yoğun bir mücadele verilmektedir. Bu bağlamda Deniz Kavukçuoğlu “konunun PKK ile ilişkilendirilmesini” anlamsız bulsa da, Kürtçenin, anadilde eğitimin devletin örgün okul programına alınmasını, üniversitelerde öğrenilecek/öğretilecek bir bilim dili olarak benimsenmesiniya da Kürtçenin okullarda seçmeli ders olarak okutulmasını savunduğu sürece, bu çabaları PKK’nın siyasal amaçları açısından büyük bir “anlam” taşımaktadır!

Deniz Kavukçuoğlu, “…Cumhuriyet okurlarının benim Türkiye’nin ‘üniter yapıda’ bir ‘ulus devlet’, Türkçenin de ‘devletin resmi’, yurttaşlarının da ‘ortak’ dili olarak kalmasından yana olduğumu bilmeleri gerekir diye düşünüyorum” diyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin -Deniz Kavukçuoğlu’nun da benimsediğini iddia ettiği- bu nitelikleri anayasanın 3. maddesinde belirtilmiştir zaten:

Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, eğer bu niteliklere ve anayasaya gerçekten saygılıysa, “Kürtçenin, anadilde eğitimin devletin örgün okul programına alınması”,söz konusu dilin ‘seçmeli ders’ olarak Milli Eğitim müfredatına alınıp öğretilmesi” gibi talepler dile getiremez! Zira Kavukçuoğlu “devletin örgün okul programlarından” ve “Milli Eğitim müfredatından” bahsediyor! Milli Eğitim Bakanlığı ve onun bünyesindeki tüm okullar “dili Türkçe” olan ve Anayasanın 3. maddesinde nitelikleri tanımlanan devletin birer kurumudur.

Deniz Kavukçuoğlu, bunlara rağmen hâlâ aynı talepleri savunuyorsa, o zaman “Türkiye’nin ‘üniter yapıda’ bir ‘ulus devlet’, Türkçenin de ‘devletin resmi’, yurttaşlarının da ‘ortak’ dili olarak kalmasından yana olduğu” masalını gidip başkalarına anlatmalıdır!

Dahası Deniz Kavukçuoğlu, bölücü terör örgütü PKK’nın siyasal taleplerinden biri olan anadilde eğitim isteğini sanki bütün Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bir istemiymiş gibi sunuyor! 12 Eylül yönetiminin akıl ve mantık dışı uygulamaları ile ileri sürdüğü görüşlere meşruiyet kazandırmaya çalışan Kavukçuoğlu, “Kürtlerin bu çabalara karşı tepki göstermeleri, bu çabalarda siyasal bir arka plan aramaları dolayısıyla konuyu siyasal düzleme çekmeleri doğal değil midir?” diye soruyor! Böylece “PKK (ya da yasal uzantıları)= “Kürtler” denklemi ustalıkla kurulmuş oluyor! Kavukçuoğlu’na göre bu “sorunun çözümü de siyasal olacaktır.”

O “siyasal çözüm”ün ne olduğunu merak edenler, PKK’nın ya da yasal uzantılarının öneri ve taleplerine bakabilirler. “Özerklik-federasyon-bağımsızlık” ekseninde Türkiye’den kopmayı amaçlayan bu “siyasal çözüm”ün bugünkü aşamasının savunuculuğunu yapmak da “Türkiye’nin ‘üniter yapıda’ bir ‘ulus devlet’, Türkçenin de ‘devletin resmi’, yurttaşlarının da ‘ortak’ dili olarak kalmasından yana olduğu”nu açıklayan Cumhuriyet yazarı Kavukçuoğlu’na düşüyor!

Deniz Kavukçuoğlu, “Anlatamamanın Dayanılmaz Ağırlığı”ndan şikâyet ediyor, ama hiç üzülmesin Cumhuriyet Okurları kendisinin neyi anlattığını, savunduklarıyla hangi amaca hizmet ettiği gayet iyi anlıyor!

10.6.2009

----------------------------------


EĞİTİM - İŞ
EĞİTİM ve BİLİM İŞGÖRENLERİ SENDİKASI

ANTALYA


ANAYASA TASLAĞI, ANA DİLDE EĞİTİM VE ULUS DEVLETİN TASFİYESİ

Bugün istem üzerine hazırlandığı iddia edilen anayasa taslağında, Devletin resmi dili Türkçedir ifadesinin altında yatan gerçek, ana dilde eğitim talebidir. Herkes anasından babasından öğrendiği dili özgürce konuşabilmeli, radyo, televizyon kurabilmelidir. Ancak ana dilde eğitim talebi bu kadar masum bir talep değildir..

Dünyada ilk kez, ortaçağın büyük imparatorlukları ( çok dilli, çok yurtlu, çok kültürlü, çok tarihli, çok dilli bir mozaik olan ) parçalanıp yerine ulus devletler kurulurken ki bu devletler o dönemin devrimci sınıfı olan burjuvazinin kurduğu devletlerdir. Bu dönemde ilk kez 1860 larda Brün Konferansında tartışılmaya başlanan ana dilde eğitim yani “eğitimin milliyetler temelinde örgütlenmesi”, 1912 Basel’de ana hatlarıyla oluşturulmuş ve karara bağlanmıştır. Bu dönemde devrimciler ana dilde eğitimin yani “eğitimin milliyetler temelinde örgütlenmesini” şovenizm olarak adlandırmışlardır.

1640 İngiliz Ulusal Devrimiyle başlayan süreçte, 1900 lere kadar ulus devletleri kuran burjuvazi, ilerici devrimci rollerini yerine getirmiş; dil birliğini, yurt birliğini, tarih birliğini, kültür birliğini bu dört ana sütuna oturan ulus devletleri kurmuşlardır. Bu döneme rekabetçi kapitalizm denir.

Dünyada 1640 larla başlayan 1900 lerin başına kadar süren rekabetçi kapitalizm döneminde ki ilerici rollerini kaybeden burjuvazi, emperyalist çağa girilmesiyle gericileşmiştir ve emperyalist çağ devam etmektedir.

Ana dilde eğitim talebi, burjuvazinin ulus devleti kurarken tartışılıp, devrimcilerin savunmayacağı şovenist bir görüş olmasına rağmen bugün adı ilerici, devrimci, solcu, kendi sağcı olanlar tarafından ballandırıla ballandırıla yayılmaktadır. Ana dilde eğitim isteyenler; ulus devletin dört sütunundan( dil, tarih, yurt ve kültür birliği) vazgeçip, tek sütuna oturan havada devlet istemektedirler.

Bunu yaparken de ana kelimesini çağrıştırarak devrimle oluşan bir topluluğun (Ulusun) dilini milliyetin diline indirgemektedirler. Yani feodal toplum, diller birliğine dayanan (milliyetlerin dili) bir örgütlenme iken devrimle geçilen ULUS örgütlenmesi ile aradaki farkı görememektedirler!..

Bugün Emperyalist ABD ve AB’nin uygulamak istedikleri Türkiye’yi parçalama programları birbirleriyle örtüşmüştür. Türk Ulusunu oluşturan dört sütundan biri olan dil birliğiyle sağlanan Türkçe’nin yerine milliyetlerin dilinde eğitim hakkı istenmek suretiyle Ulus Devlet parçalanmak istenmektedir. Ne yazık ki bu mücadelede de adı solcular payanda olarak kullanılmakta ve güç birliği yapmaktadırlar..

AKP, yapacağı anayasa çalışmalarında ABD , AB ve adı solcularla omuz omuzadır ve alabildiğine; çağdaşlığın yerine feodalizmi, kamunu yerine özeli, ulus birliği yerine tekkeyi, zaviyeyi, prensliği, eyaletleri, özgürlük adına savunmaktadırlar. Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün önderliğinde Devrimle geldiğimiz ULUS aşamasından tekrar Osmanlıya döndürüp mozaik görüntüsü verilmek istenmektedir.

Toplumun en ilerici, devrimci sınıfları olan Eğitim ve Bilim İşgörenlerini de bu karşı devrimci mücadeleye ortak etmek istenmektedir. Bizler kendi devrimcilerimizin (Jöntürkler, Mustafa Kemaller..) kazanımlarını ve onların bu yolda döşedikleri taşlara sahip çıkmadan üstüne yeni bir yapı koyamayacağımızı görmeliyiz.

Bu anlamda büyük önder Devrimci Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün devrimine ve Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkılmadan, ilerici devrimci olunmaz. Bugün emek mücadelesi ile bağımsızlık mücadelesi örtüşmüş ve birlikte yürütülmesi gereken bir mücadele alanı doğurmuştur. Bugün eğitim ve bilim işgörenlerinin en birincil görevi, gerici bir talep olan “eğitimin milliyetler temeline bölünmesine” karşı mücadele etmektir. Dil birliğinin parçalanması demek Türkiye Halkının, Türk Ulusunun parçalanması demektir ve yurdun parçalanması kaçınılmazdır..

Yeni yapılan anayasa bu anlamda gericidir. Eğitim ve Bilim İşgörenleri, bağımsızlık ve emek mücadelemizi yok edecek olan; emperyalistler ve yerli işbirlikçilerinin hazırladığı bu anayasaya karşı çıkmalı ve hayır demelidir.

ANA DİLDE EĞİTİM

Tarihçilerin birleştiği genel kanı üzerine ortaçağ, 375 yılı kavimler göçüyle başlayan, 1453 İstanbul’un alınışı arası olarak tanımlanır. Aslında çağı böyle bir olayla açıp kapmak doğru değildir.

Ortaçağ (feodal dönem) imparatorluklar örgütlenmesi; diller, dinler ve ırklar temelinde bir örgütlenmedir. Biz imparatorlukları oluşturan bu gruplara “milliyet” diyoruz. Bu çağda ana dil, diller birliğinde, dinler birliğinde, ırklar birliğinde örgütlenenlerin dilidir. Bu anlamda Osmanlının ana dili yoktur Osmanlıyı oluşturan Milliyetlerin dili vardır. Ortaçağa bayrak açan sınıfların önderi olan burjuvazi, imparatorlukları yıkıp ulus devletleri kurarken; dil birliği, yurt birliği, tarih birliği, kültür birliği ana sütunları üzerine, Ulus devleti oturtmuşlardır. Bu örgütlenme, milliyetlerin; burjuvazi önderliğinde devrim yapmış örgütlenmesidir. Bu ortaçağa karşı savaşla, zora dayanarak yapılmıştır. Yeni örgütlenen çağda( kapitalist çağda ) ulus devlet kurulurken dil birliği, konuşulan diller içerisinden uzlaşılan bir dil etrafında olur.

İngiltere 1640 yılında Cromwel önderliğinde, Ortaçağa( feodalizm ) son verdiği ve iktidarı alma mücadelesinde 600 dil içinden en az konuşulmasına rağmen Kelt milliyetinin dilini, devrim dili yaptı. Diğer diller konuşulmaya devam etmektedir ama Kelt dili olan İngilizce, İngiliz Ulusunun dili olmuştur. 1870 yılında İtalya da, Garibaldi önderliğinde ulus devlet olma mücadelesi verilirken, konuşulan 350 dil içindeki İtalyan milliyetinin dili, ulus dili olmuştur.

Osmanlıda Türkçe ( Tarihçi Naima’ya göre ) en az konuşulan, yasaklanan hatta kaba, nadan bir dil olarak nitelendirilirken, Mustafa Kemal önderliğindeki Cumhuriyet devrimiyle Türk Ulusunun dili olmuştur. Dil birliği burjuvazi için şarttı. Tek bir parayla, tek bir gümrükle herkesin mal alıp satması gerekiyordu yoksa birlikteliğin ana sütunu oluşmazdı. Osmanlı İmparatorluğu etnik, dilsel, dinsel temelde bir örgütlenmedir. Burada tabiri caizse ananın babanın dili, din temelinde örgütlenen milliyetin temelidir. Ulusun dili ise, bu milliyetlerin dillerinin içerisinden, birinde anlaşma sağlanan dildir. Bugün kapitalist çağda ana dilde eğitimi savunmak Cumhuriyet devrimini tekrar geriye götürüp, ortaçağın örgütlenmesini ( Osmanlıya dönüş ) kabul etmek demektir. Bu gericiliktir çünkü ortaçağdan ( feodalizm ) kapitalizme ( Yeni çağ ) geçiş, devrimle olur. Biz bunu Mustafa Kemal önderliğinde başardık. Eğitimin milliyetler temelinde örgütlenmesini ilericiler savunmaz savunursa da ilerici olmazlar. Anamızdan babamızdan öğrendiğimiz dili herkesin özgürce konuşmasında sakınca yoktur ama eğitimin milliyetler temeline bölünmesini savunmak, Mustafa Kemal önderliğinde; Cumhuriyet devrimiyle, kurulan Ulus devletin tekrar şeyhlere, dervişlere, meczuplara teslim edilmesi demektir..

Bugün ABD ve AB ülkeleri Türkiye’den etnik, dinsel ve dilsel temelde yapılanma özgürlüğünü dayatmaktadır. Cumhuriyet devriminden, Kemalizm’den vazgeçin demektedir. Gerici bir talep olan Eğitimin milliyetler temelinde yapılmasını dayatmaktadır. Bugün etnik ayrımcılık bir yandan toplumsal huzuru bozarken diğer yandan ırkçı milliyetçi linç kültürü oluşturmaktadır..

EĞİTİM-İŞ; ülkemizin, mesleğimizin ve emeğin çıkarlarının anti-emperyalist ve emekten yana bir çizgide, kararlı bir biçimde savunacaktır. Unutmamak gerekir ki, yarının tam bağımsız, demokratik, gelişmiş Türkiye’sine giden yol; eğitim sorunlarına çözümler üretecek, ulusal eğitimi sahiplenecek, Ulusun çocuklarına her koşulda sahip çıkacak eğitim ve bilim çalışanlarıyla gerçekleşecektir.

Sendikamız EĞİTİM-İŞ bu bağlamda; laik Türkiye Cumhuriyetini, Ulusumuzun ve halkımızın değerleri ve emeğin korunması mücadelesinde en açık bir biçimde taraftır.

İbrahim DAŞ

EĞİTİM-İŞ ANTALYA ŞUB. BŞK.

----------------------------

SAYIN KAVUKÇUOĞLU,
BUGÜN KÜ YAZINIZLA İLGİLİ GÖRÜŞÜMÜ PAYLAŞMAK İSTİYORUM..
AMERİKA'NIN TÜRK ORDUSUNUN BAŞINI ELE GEÇİRİP FAŞİST BİR DİKTATÖRLÜK KURDUĞU BİR DÖNEMDE ETNİK OLARAK VAR OLAN KÜRT YURTTAŞLARIMIZI Kİ BUNLAR TÜRK ULUSUNU MEYDANA GETİREN UNSURLARDAN BİRİDİR, YOK SAYARAK TÜRKTÜR TÜRKLERİN BİR KOLUDUR DOLAYSIYLA YOKTUR KARTTIR KURTTUR DEMİŞTİR. BUNU ABD DEMİŞTİR BUGÜN DE ABD, FEDERASYON FİKRİNİ ÖNERMEKTEDİR, TALEP AYNI KAYNAKLIDIR.
BUNU DİYEN GÜÇLER CUMHURİYETİN GÜÇLERİ DEĞİLDİR..
ÜLKEMİZ YARI SÖMÜRGE YARI FEODAL BİR DEVLETTİR. FEODALİZM DEVRİMLE ÇÖZÜLEMEMİŞTİR. AVRUPA DEVLETLERİ İSE BURJUVAZİ ÖNDERLİĞİNDE DEVRİMLE FEODALİZÖİ YIKMIŞ MİLLİ MESELESİNİ ÇÖZMÜŞTÜR. BİZ ÇÖZEMEDİK. ÜNİVERSİTELERDE KÜRDOLOJİ ENSTİTÜLERİ TÜRK ULUSUNU MEYDANA GETİREN UNSURLAR OLAN MİLLİYETLERİN DİLİNİ ARAŞTIRMA AMAÇLI KURULABİLİR AMA TÜRKÇE'NİN DIŞINDA BAŞKA DİLLERDE İLKÖĞRETİMDEN ÜNİVERSİTEYE KADAR EĞİTİM HAKKI İSTEMEK 1890 DAN BERİ ( BASEL VE BRÜN KONFERANSLARI VB. ) AYRI BİR DEVLET KURMA TALEBİNİ İÇERİR. BEN BU TALEBİ DİLE GETİRİYORUM AMA AYRI BİR DEVLET KURMAKTAN YANA DEĞİLİM DEMEK DOĞRU DEĞİLDİR. EN ÇOK KONUŞULDUĞU İÇİN KÜRT VATANDAŞLARIMIZ KENDİLERİ KURS AÇSINLAR, RADYO, TV, AÇSINLAR AMA ANA DİLİMİZİN( TÜRKÇE) EĞİTİM HAKKI İSTEMEK DOĞRU DEĞİLDİR.
BU GÖRÜŞLERİMİZ ANTİEMPERYALİST DEVRİMCİ VE DÜNYAYA SOL PENCEREDEN BAKAN BİR ÖRGÜTÜN ÜYESİ OLARAK PAYLAŞMAK İSTEDİM..
SAYGILARIMLA..

İbrahim Daş
Eğitim-İş Antalya Şube Başkanı
---------
-------------------------
deniz bey sizin 13 yıldır cumhuriyet gazetesinde yazıyor olmanız ve akp iktidarına muhalif olmanız salt anlamda yurtsever bir aydın olmanız icin yeterli değildir ve bunun örneğinide yazdiğiniz yazılardan okumaktayız..

yazdığınızın yazıların 4 te 3 nü okurken içim kararıyor adeta.. sanki ahmet altan ya da hasan cemal in satırlarını okuyor gibi hissediyorum kendimi..

demek istediğim Türkiye ve cumhuriyet kazanımları türlü kıskacların altinda ezilme tehlikesi yaşarken sizin sürekli etnik konuları kaşımanız düşündürücü ve üzücüdür..

cumhuriyetin kurucu kadroları acaba yazılarınızı okuyupta o yazıların Atatürk'ün kurduğu gazetede yazildiğini bilseler ne düşünürlerdi acaba..

tekrar ediyorum türkiye her gecen gün camura saplanırken sizin camur banyosu yapma derdinde olmanızı iyi niyetle karşılamıyor ve kendime süreki neden 50 kuruş verip taraf gazetesi almak varken 1 lira verip cumhuriyet gazetesi aliyorum ki diye soruyorum..

Mustafa Kerem Erol