Atatürk Havalimanı uluslararası hava ulaşımında önemli aktarma merkezlerinden biri; aktarma yapacak kimi yolcuların Türkiye vizesi bulunmadığından terminalin dışına çıkamıyorlar, uçaklarının kalkış saatine kadar gümrüksüz satış mağazalarında, kafeteryalarda oyalanıyorlar. Oldukça rağbet gören yerlerden biri de merkez yapısının ikinci katında bulunan üç yanı camlı, üzeri telle örtülmüş, bir kümesi andıran “dumancılar bölümü”. Buraya bir kafeteryadan geçilerek giriliyor. İçerisi günün her saati tıklım tıkış sigara, puro, pipo içenlerle dolu. Bazılarının ellerinde kafeteryadan geçerken aldıkları çay, kahve fincanları, içki bardakları var.
Dünyanın dört bir yanından gelmiş dilleri, dinleri, soyları, uyrukları, gelenekleri, görenekli farklı bu insanları bir içimlik süre için “nikotin” bir araya getiriyor.
Uçak yolculuğu yapmış olanlar bilirler, yolculuk öncesi insanın içini -korku demeyeyim de- belli bir tedirginlik kaplar. Doğruluk payı nedir, bilemem, ama nikotinin bu tedirginliğin bastırılmasında bir araç olduğu söylenir.
***
“Dumancılar bölümü”nde sigara içenleri izliyorum. Dirseklerimi dayadığım yüksek sehpanın çevresinde beş erkek, bir kadın altı kişiyiz. Orta yaşta iki kişi bir Slav dili olduğu kesin fakat Rusça mı, Çekçe mi, Ukraynaca mı, hangisi olduğunu çıkartamadığım bir dilde oldukça yüksek sesle konuşuyorlar. Ellerinde sigaralar var, ağızlarına götürüp derin mi derin çekiyorlar dumanı içlerine; sigarayı içmiyorlar da somuruyorlar sanki. Sigarayı hep böyle içiyor olsalar, oldukları yaşa gelemezlerdi, diye düşünüyorum. Uçak tedirginliğini bastırma çabası mı? Olabilir. O daracık yerde o kadar yüksek sesle konuşmaları da aynı çabanın bir parçası olmalı.
Giyimlerinden, davranışlarından bağımsız olarak insanlara “dumancılar bölümü” sefil bir görünüm veriyor. İnsanlar birbirlerini her köşeden, her noktadan yükselen dumanlar arasından görüyorlar. Uzun süre dayanılacak bir durum değil, kendimi dışarıya, kafeteryaya atıyorum. Bir kahve alıp biraz önce çıktığım bölüme gidip gelenleri izliyorum.
İnsanların yüzleri duygularının aynası; bu aynalara sevinç, hüzün, keder, acı, mutluluk, rahatlık, endişe, kısacası duygunun her türü yansıyor.
Bu insanların arasında yeni yerler görecek olmanın heyecanı gibi ayrılık acısı taşıyanlar da var. Kimi özlediği bir yakınının yanına, kimi bir hasta ziyaretine, kimi bir cenazeye, kimi de bir düğün şölenine gidiyor. Buket Uzuner’in bu havalimanında geçen “İstanbullular” adlı romanının kahramanlarını anımsıyorum insanları gözlemlerken.
***
Dünkü ve bugünkü yazımı Kitap Fuarı için Frankfurt’a giderken aldığım bellek notlarımdan derledim. Biraz da hepimizi bunaltan, sonu gelmez siyasal karmaşalardan, yalanlardan, dolanlardan, lastik gibi uzayan ve bir türlü bitmek bilmeyen sonuçsuz, çözümsüz tartışmalardan birkaç gün uzak durmak istedim.
Ne var ki siz istediğiniz kadar kaçmak isteyin, olaylar peşinizi bırakmıyor. Fuara gidiyorsunuz, ana giriş kapısının önünde sergilenen günlük Alman gazetelerinde bir “Türkiye fotoğrafı” karşılıyor sizi. Saçlarından sürüklenen bir genç kız, çevresinde üniformalı, üniformasız, yüzleri öfke dolu birtakım adamlar... Ne o, öğrenciler İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde Cumhurbaşkanı’nı protesto etmişler, parasız eğitim ve yedi aydır tutuklu iki arkadaşlarının serbest bırakılmasını istemişler! Karşılığı tekme, tokat, dayak, gözaltı… Hani demokrasi vardı? Hani demokratikleşiyorduk? Hani özgürlükler genişliyordu? Her ulustan insanlar başlarını iki yana sallayarak bakıyorlar bu yüz kızartıcı Türkiye fotoğrafına. Size de utanmak düşüyor.
***
Sevgili arkadaşım Mine Kırıkkanat’ın aramıza katılması, yuvasına dönmesi beni mutlu etti. Ona başarılar diliyor, “kalemine kuvvet” diyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder