27 Mayıs 2009 Çarşamba

YALANCI ÇOBAN - 27.05.2009

Öyküyü mutlaka bilirsiniz, ama yinelemenin bir zararı olmasa gerek.

Günlerden bir gün çobanın biri köyün koyunlarını otlatmak için yakındaki bir tepeye çıkar. Koyunlar otlarken o da bir ağacın altına oturup kavalını üfler. Ama bir süre sonra sıkılır, “Şu köylülere nasıl bir oyun oynasam da eğlensem,” diye düşünür, aklına bir fikir gelir. Avazı çıktığı kadar aşağıdaki köye doğru, “Yetişin koca bir kurt sürüye saldırıyor!” diye bağırmaya başlar. Çobanı duyan köylüler ne bulurlarsa ellerine geçirip oflaya puflaya tepeye tırmanırlar. Ne var ki etrafta kurt falan yoktur, söylene söylene köye geri dönerler. Çoban aynı numarayı bir kaç kez daha yineler, en sonunda da bu eğlenceden sıkılır.

O akşam köyün kahvesinde köylüleri çevresine toplayıp, “Siz ne aptal insanlarsınız,” der, “nasıl da kandınız yalanlarıma…” Ardından bir de kahkaha patlatır. Köylüler çok sinirlenirler, fakat ses çıkarmazlar. Başka bir gün sürüye gerçekten kurt saldırır. Çoban başlar bağırmaya: “Yetişin! Yetişin! Sürüye kurt saldırdı!” Bu kez kimse aldırış etmez, “Bizim çobanın yine yalancılığı tuttu,” der geçerler. Kurt, sürünün yarısını parçalar, çoban da yarım sürüyle köye geri döner. Artık kimsenin yüzüne bakacak durumda değildir, köylüler adı “yalancıya” çıkmış çobanı köyden kovarlar. Öykünün küçükken okulda söylediğimiz, sonu çok daha “dramatik” olan bir de şarkısı vardır.

“Günler geçmiş aradan/ kurt anlar mı şakadan/
Bir kocaman kurt dalmış,/ çobanı korku almış/Yalancı yalancı sana kimse inanmaz/
Yalancı yalancı sözüne kimse kanmaz/
Kurt var! Diye bağırmış,/ köy halkını çağırmış/
Fakat kimse gelmemiş,/ yalancıyı kurt yemiş.”

***

Ülkemizin koskoca Başbakan’ına “yalancı” demek haddime düşmez ama kendisini dinlediğimde nedense aklıma hep yukarıdaki öyküyle o okul şarkısı geliyor.

Başbakan, 23 mayıs günü Düzce’de yapılan AKP 3. İl Kongresinde, hükümetin Suriye sınırındaki mayınların temizlenme işini bir İsrail firmasına verme planlarını eleştirenlere esip gürledi, onları geçmişte azınlıklara karşı uygulanan “faşizan” yaptırımların takipçileri olmakla, yabancı düşmanlığı yapmakla suçladı. Ne var ki eleştirilerin nedeni iş’in verileceği firmanın milliyeti değil, iş’in karşılığı olarak, temizlenecek 178 milyon 500 bin metrekare büyüklüğündeki toprakların işletme hakkının 44 yıl için temizleyici firmaya verilmesiydi. Eleştirenler bu durumun başta İsrail’in can düşmanı olan komşumuz Suriye olmak üzere bölge ülkeleriyle Türkiye arasında yeni gerginliklere yol açacağını düşünüyorlardı. Ayrıca iş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önerdiği gibi NATO İkmal ve Bakım Teşkilatı NAMSA’ya da verilebilirdi, bu seçeneğin dikkate alınmaması da bir eleştiri konusuydu.

Bunlar bir yana Başbakan’ın, AKP’nin izlediği politikalara karşı çıkanları nasıl “ötekileştirdiği”, “azınlıklaştırdığı”, onları “Ya sev ya terk et!” çağrısıyla sindirmeye çalıştırdığı, “Beğenmeyen çeker gider!” dediği henüz belleklerdeydi.

Oysa Musevi yurttaşlarımızı hedef alan 1934 Trakya olayları, ağırlıklı olarak Musevi, Rum, Ermeni ve Levanten yurttaşlarımızı hedef alan 1942-1944 Varlık Vergisi uygulamaları, öncelikle Rum yurttaşlarımızı hedef alan 6/7 eylül 1955 olayları yakın tarihimizin kara lekeleriydi ve bunların kınanması gereken “faşizan nitelikte olaylar” olduğu doğru bir saptamaydı. Keşke başka bir zaman, başka bir bağlamda yapsaydı bu saptamayı.

Ama saptamayı, “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı,” yakıştırmasının cuk oturduğu ilgisiz bir olayla ilişkili olarak yaptığından yandaş medyanın şakşakçı köşe yazarları ile sadık AKP’lilerin dışında aklı başında hiç kimse ciddiye almadı Başbakan’ın sözlerini.

Bize de o eski okul şarkısını mırıldanmak düştü.

Okur Yorumu:

Bugunku yazinizda azinliklar ve varlik vergisine deginmişsiniz. Aynı konuyu Deniz Som da yazmış. Aradaki celiskiyi aciklar misiniz?

Hakkı Altınok

Yanıtım:

Sayın Altınok,

Sanırım Deniz Som Levantenleri kastediyor, çünkü onların bir bölümünün başka ülkelerin uyruğunda (özellikle İngiliz ve İtalyan) olduğu bir gerçektir.

Fakat ben ister azınlık isterse yabancı uyruklu olsun Türkiye'de yaşayan insanların salt Müslüman/Türk olmadıkları için her türden baskı ve şiddet uygulanarak, korkutularak, ekonomik açıdan bilinçli olarak çökertilerek göçe zorlanmalarını evrensel insan haklarına aykırı faşizan/faşist bir yöntem olarak değerlendiriyorum.

Bu bağlamda yurtdışında 3,5 milyon yurttaşımızın yaşadığını, bunlardan 2,5 milyonu Türkiye Cumhuriyeti uyruğundayken, bir milyonunun bulunduğu ülkelerin uyruğuna geçtiğini, yalnızca Almanya'da yaklaşık 220 bin Türk'ün "işadamı" konumunda olduğunu anımsatmakta yarar görüyorum.

Ayrıca Cumhuriyet yazarları arasında belli konularda görüş/yorum farklılıkları olması doğaldır; bu, gazetemizin sağlıklı, demokratik bir platform olduğunu gösterir.

Dikkatiniz için teşekkür ederim.

Saygılarımla.

Deniz Kavukçuoğlu







26 Mayıs 2009 Salı

İZAK MI, HASAN MI? - 25.05.2009

Bilindiği gibi şu sıralar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde AKP ile muhalefet partileri arasında şiddetli tartışmalara neden olan ve büyük olasılıkla bu hafta içinde karara bağlanacak bir konu görüşülüyor. Konu, Suriye sınırındaki, Başbakan Erdoğan’a göre 210 bin dönümlük, Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak’a göre ise yaklaşık 178 milyon 500 bin metrekarelik alana döşenmiş mayınların temizlenmesi. Bu topraklar temizlendiğinde yaklaşık 50 yıldır işlenmediği, dolayısıyla hiçbir kimyasalla temas etmediği için üzerinde organik tarım yapılabilecek bir arazi olarak işlenmeye açılacak.

Ne var ki o topraklara yüz binlerce mayın döşeyebilecek parasal ve teknolojik olanaklara sahip olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin elinde aynı mayınları bulup toplayacak olanaklar ne yazık ki yok. Tuğgeneral Gürak bu nedenle, “mayın temizliğinin, bedeli ödenmek kaydıyla hizmet alımı yöntemiyle yapılmasının ve bu kapsamda uluslararası deneyime sahip NATO İkmal ve Bakım Teşkilatı’nın (NAMSA) öncelikli olarak dikkate alınmasının uygun bir hareket tarzı olarak düşünüldüğünü” belirttikten sonra TSK’nin görüşlerinin “zamanında ilgili mercilere iletildiğini” söylüyor.

Hükümet ise “iş”in ille de bir İsrail firmasına verilmesinde ısrarcı, hizmet bedeli hepi topu 50-60 milyon dolar olan iş karşılığında söz konusu firmaya temizlediği toprakları 44 yıl süreyle işletme hakkı vermeyi planlıyor.

***

Hükümetin bu ısrarını anlamak kolay olmadığından insanlar çeşitli olasılıklar/seçenekler üzerinde kafa yoruyorlar.

Üyesi olduğumuz NATO dururken ve TSK’nin de görüşü bu doğrultudayken niçin ille de bir özel kuruluş öngörülüyor? “Al paranı, temizle toprağımı” türünden bir yaklaşım olsa tamam, fakat öyle değil, karşılığında 44 yıllık bir işletme hakkı veriliyor. Koskoca Türkiye’nin 50-60 milyon dolar parası mı yok? Bu seçenek hiç inandırıcı değil.

Üzerinde ısrar edilen firma bir İsrail kuruluşu; “al gülüm, ver gülüm” ilişkisi olsa niçin verilmesin bir İsrail firmasına? Ama kazın ayağı öyle değil, çünkü temizlenecek 510 kilometrelik sınır boyunun öte yanında can düşmanı Suriye var ve Suriye kendi topraklarını mayınlardan arındırmış. 44 yıl boyunca “acaba bir sızma olur mu” diye sürekli teyakkuz durumunda mı olması mı bekleniyor Suriye’den? Bu nasıl bir komşuluk anlayışı, nasıl bir dış politikadır?

Akla Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Ortadoğu Projesi de (BOP) gelmiyor değil. Ortadoğu’da İsrail demek ABD demek olduğuna göre hükümetin, özellikle de Başbakan’ın ısrarı olası bir ABD baskısından mı kaynaklanmadır?

Bir de kafası puslandırılmış kitlelerle o kitleler üzerinden reyting savaşı veren medyanın Davos’ta fatihleştirdiği Recep Tayyip Erdoğan’ın “One minute! One minute!” olayı var, uluslararası platformda başlı başına bir “gaf” olarak değerlendirilen. ABD’deki Yahudi lobisinin Ermeni Sorununda Türkiye’nin yaklaşımına bu “gaf”a rağmen hâlâ yakın durmasını sağlayan pazarlıklarda 178 milyon 500 bin metrekarelik toprak sakın pey olarak öne sürülmüş olmasın!

Ya da birbirleriyle bir biçimde ilişkisi olan bu olasılıkların/seçeneklerin tümü rol oynamış/oynuyor olabilir hükümetin ısrarında. Bunların hiçbiri Türkiye’ye yakışmıyor, aynen bu ülkeyi yönetme savıyla ortaya çıkmış, iktidar olabilmeyi de başarmış Adalet ve Kalkınma Partisi’nin modern Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışmadığı gibi.

***

Başbakan AKP’nin Düzce 3. İl Kongresi’nde konuşuyor; muhalefet partilerine saldırıyor, onları “hiçbir şey anlamamakla” suçluyor, sözü 44 yıllığına bir İsrail firmasının işletimine bırakılacak topraklara getiriyor, “Orada İzak değil, Hasan çalışacak,” diyor. Delegeler, izleyiciler coşkuyla alkışlıyorlar, hükümetimiz İsraillilere toprak verecek diye seviniyorlar. Oysa daha dün meydanlara doluşup “Kahrolsun İsrail!” diye bağırıp çağırmışlar. İnsan bunları gördükçe gülsün mü, acıyıp üzülsün mü bilemiyor.

24 Mayıs 2009 Pazar

SULTAN RECEP CAMİSİ - 24.05.2009

Biz, İstanbullular gerçekten çok şanslıyız, çünkü yüreği İstanbul aşkıyla çarpan bir belediyemiz var. Yavrularına “gak” demeden süt, “gık” demeden su veren bir ana-kuş şefkatiyle bizi hiçbir şeyden yoksun bırakmamak için gece demeden, gündüz demeden çalışan, bugün alt geçit, ertesi gün metrobüs… sürprizlere boğan AKP’li belediyemiz ve onun müstesna başkanı, büyük insan Kadir Topbaş’a ne kadar teşekkür etsek azdır.

Sürprizlerin arkasının kesilmediğini gördükçe iyi ki onu bir dönem daha seçmişiz, demeden edemiyoruz. Yumurtaya can veren ulu Tanrımıza şükürler olsun ki oy sandığının başında şaşırtmamış bizi.

Eğer işler yolunda gider de hep iyiye, hep doğruya, hep güzele doğru dönen belediye tekerine birtakım kötücül mihrakların “husumet” çomakları sokulmazsa yeni bir camimiz olacak, hem de Taksim’in göbeğinde. Müthiş bir şey değil mi? Mümin Başkanımız ve İl Genel Meclisi’nin en az onun kadar mümin üyeleri kafa kafaya vermişler, “40 yıllık rüyayı gerçekleştirenler biz olalım!” demişler.

***

Herhalde biliyorsunuzdur, işi gücü İstanbul’un modernleşerek Müslümanlaşmasının önünde bir Bizans suru gibi dikilen o uğursuz Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 1993 yılında SİT alanı ilan etmesinden sonra Belediye'den istediği 1/5000 Ölçekli Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'ne sunulmuştu. Planda, bir öncekinde olmayan Taksim Su Maskemi’nin arkasındaki mescidin yeni plana işlenmesi gibi ufak bir değişiklik yapılarak AKP’li mümin üye çoğunluğu tarafından kabul edildi.

Taksim'deki mescidi planlara işleyen not raporun 14. maddesine şöyle tanımlanıyor: "Plan Notlarının III. Arazi kullanım Kararları IIILD.11.maddesi kısmen iptal edilerek ve yeni not eklenerek 'bu alanda Dini Tesisler' yapılabilir şeklinde düzenlenmiştir."

Ne güzel.

***

İstanbullular, uzun zamandır şöyle ferah furuş ibadet edebilecekleri bir caminin eksikliğini tüm benliklerinde duyuyorlardı. Hele raporda sözü geçen Taksim’deki mescitle 228 adım ötedeki Ağa Cami’den başka Müslümanların namaz kılabilecekleri bir yer yoktu. AKP’li yöneticiler halka sormuşlar, “İlle de isteriz!” yanıtını alır almaz kollarını sıvamışlardı.

Halkın yanıtı, özellikle öğle ve ikindi saatlerinde İstiklal Caddesi’nde bir şey, bir yer arar gibi bir aşağı bir yukarı dolaşan on binlerce insanın kafalarda yarattığı, “Bu insanlar ne arıyorlar?” sorusunu da açıklığa kavuşturmuştu.

İnsanlar, cami arıyorlardı! Bakıyorlar mescit tıkış tıkış, Ağa Cami adam almıyor, başka bir cami bulmak umuduyla yola koyuluyorlar, fakat bulamayınca dönüp dolaşıp aynı yere geliyorlardı.

Sorun gerçekten büyüktü.

***

Yeni yapılacak caminin yeri olarak şimdiki mescit ile yanındaki otoparkın kapsadığı alan düşünülüyor ki bence çok yetersizdir. Bu konuda asla kısa vadeli düşünmemek, İstanbul’un hızla Müslümanlaştığını görmek, gelecek kuşaklara da yetecek büyüklükle bir cami yapmak gerekiyor.

Bana göre en uygun yer, düşünülen alana 60-70 metre uzaklıktaki Ortodoks Aya Triada Kilisesi’dir. Hem pek bir tarihsel değeri olmayan hem de hazır cemaatinin kökü kurumuşken vuralım kazmayı, sokalım iş makinelerini, al sana kocaman bir yer. İhaleyi de Çalık Grubu’na veririz, içimiz rahat eder. Şöyle Sinan’ın Sultanahmet’ine nazire altı minareli bir Sultan Recep Camisi… Hepimizin gönlü bir hoş olur.

Ne dersiniz, iyi olmaz mı?




22 Mayıs 2009 Cuma

NASIL SEVİNİYORLARDIR ŞİMDİ - 20.05.2009

Az uğraşmadılar Hoca’nın ömrünü kısaltmak için; yazdılar, çizdiler, küfrettiler. Tümüne direndi Hoca. O kuyruklu yalanlara, salyalı çığlıklara öfkelenmemek olası değildi, ama Hoca bunlara güldü geçti. O gülüp geçtikçe öbürleri daha da azdılar, azarken de aşağılıklaştılar, insan denen canlı ne kadar aşağılaşabilir, çukurlaşabilirse o kadar.

Bedenini saran kansere karşı durabilmek için gördüğü tedavi sonucu saçları dökülmüştü, başına bandana takıyordu. Başındaki bandanaya bile sataştılar utanıp arlanmadan, “hayatını din düşmanlığına adadı. Ömrünün son döneminde başörtüsü takmaya mecbur kaldı. Allah'ım sen her şeye kadirsin,” dediler. Hoca söz konusu oldu mu her türlü ahlak sınırını aşıyorlardı İslamcı basın.

Annesi İsviçre asıllıydı ya olsa olsa Hoca’dan bir Hıristiyan misyoneri olurdu. Örümceklenmiş kafaları bir insanın salt “insan” olduğu için yaşamını hiçbir kişisel çıkar beklemeksizin muhtaçlara, yoksunlara vakfedebileceğini almıyordu. Onlar Deniz Feneri gibi kaşıkla verip kepçeyle götüren, kendilerine hayırlı “hayır” kurumlarına alışmışlardı. Âlemi de kendileri gibi sanıyorlardı.

***

Hoca, 1976 yılında lepra (cüzzam) çalışmalarına başlamış, Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurmuş, 1986’da kendisine Hindistan’da Uluslararası Gandhi Ödülü verilmişti. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün Lepra konusunda danışmanlığını yapan Hoca, Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve Başkan yardımcısı, aynı zamanda da Avrupa Dermato Veneroloji Akademisi’nin ve Uluslararası Lepra Derneği’nin üyesiydi. Dermatopatoloji Laboratuvarının, Behçet Hastalığı ve Cinsel İlişkiyle Bulaşan Hastalıklar Polikliniklerinin kurulmasında yer aldı, 1981-2002 yılları arasında 21 yıl, gönüllü olarak Sağlık Bakanlığı İstanbul Lepra Hastanesi Başhekimliği’ni yaptı.

Bunlar, o İslamcı yazarların anlayabileceği şeyler değildi.

Hele 1989 yılında Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kurup da dernek yurt düzeyine hızla yayılmaya başlayınca tam anlamıyla kudurdular. ÇYDD, eğitim alanına el atmıştı, kız çocuklarına elini uzatıyor, onları okullaştırıyordu. Kız öğrencilerin sayısının artması Cumhuriyet Türkiye’sinde din devleti özlemi çeken karanlık kafaların hedefindeki “ham insan malzemesinin” eksilmesi anlamına geliyordu. Hoca ve arkadaşları saldırılardan yılmadılar. Her yıl binlerce kız öğrenciyi ışığa, aydınlığa kavuşturdular/kavuşturuyorlar.

“Er, gene kon!” savcıları da boş durmadılar, 13 Nisan 2009 günü polisler evini bastılar, makalelerini, kitaplarını alıp götürdüler. “Darbeciliğine ilişkin” delil aranıyordu Hoca’nın alçakgönüllü evinde. Polis baskını sonrasında bir tek zil takıp oynamadıkları kalmıştı çürümüş beyinlilerin. Milyonlarca insanın katıldığı Cumhuriyet mitinglerini dillerine dolamışlar, bu mitinglerle “Ümraniye bombaları” arasında ilinti kurmaya çalışıyorlar, Hoca’yı gösterip “İşte, darbe destekçisi yakalandı!” diyorlardı. Oysa ÇYDD’nin öncülüğünde düzenlenen tek miting 29 nisan 2009 tarihli Çağlayan Mitingi’ydi ve Hoca’nın o mitingde “Ne şeriat, ne darbe!” diye haykırdığını tüm dünya gibi onlar da duymuştu, fakat alçaklığı meslek edinmiş olduklarından yalan söylemeden edemiyorlardı.

***

Türkan Saylan artık yok. Ardında 20 bin umut kardeleni, 440 yayın, ulusal ve uluslararası 32 ödül ve milyonlarca seven bırakıp gitti.

Sevenleri onu görkemli bir cenaze töreniyle toprağa uğurladılar.

Üzerinden yıldızlar hiç eksik olmayacak.

Karanlık beyinli alçaklar kim bilir nasıl seviniyorlardır şimdi?

Boşuna sevinmesinler, Sevgili Hoca inançlı bir aydınlanma savaşçısı, tutarlı bir devrimciydi ve devrimciler öldükçe çoğalırlar.

Unutulmasın.



17 Mayıs 2009 Pazar

NEDİR BU “ÖTEKİ” DÜŞMANLIĞI? - 18.05.2009

Kendisi gibi düşünmeyenleri, davranmayanları, yaşamayanları, kendine göre “öteki” olanları dışlamak, aşağılamak, hedef göstermek son zamanlarda, özellikle de okumuş yazmışlar arasında bir salgın hastalığa dönüştü. “Hastalık” diyorum, çünkü insanları önce ötekileştirmeye, sonra da ötekileştirdiklerinin üzerinden prim sağlamaya çalışmaya başka ad bulamıyorum.

***

Ülkemizin bir köyünde temelinde toprak rantı yatan ve zaman içinde yumaklaşarak çözümsüzleşmiş bir sorun nedeniyle bir kıyım gerçekleşiyor. Aynı aileden bir grup 44 akrabasını çoluk çocuk demeden vahşice öldürüyor. Köy, 36 haneli, ekonomisinin kapitalist üretim ilişkilerine geçiş dönemi yaşadığı, üstyapısına ise feodalizmin henüz en katı biçimiyle egemen olduğu bir Kürt köyü. Köyün erkeklerinin tümü korucu yazılmış ve devlet tarafından silahlandırılmış. Erkekleri koruculuğu kabul etmeyen aileler ise köyü terk etmişler, gidenlerin mülklerini kalanlar sahiplenmiş. Sahiplenilenler arasında gidenlere ait alabalık çiftlikleri de var. Hangi mülk kimin olacak? Temel sorun da, temel soru da bu!

Şimdi Hürriyet’te Hadi Uluengin kalkıyor, olaya Etno-sosyolojiktir” damgasını vuruyor. Ona göre sorun Kürtlere özgü bir sorundur. “Yani, bizzat Kürtlerin iç bünyesindeki çok vahim bir yaradan cerahat toplamaktadır.” “Kürtler kendilerine çeki düzen vermekle yükümlüdür. Ortadoğu Ortaçağı'nın o dehşet töre ve zihniyetlerinden arınmaları gerekmektedir. Yurttaşı oldukları ülke kadar burjuvalaşmak zorundadırlar. Zamanı çoktan gelmiştir. Hele hele, hálá hüküm süren ve son örneği Bilge köyü dehşetine yansıyan kavimsel zaafı Güneydoğu'nun geri kalmışlığıyla açıklamaya kalkışmak, ancak züğürt tesellidir.” (Hürriyet, 7 mayıs 2009)

Onun “ötekisi” bugün için Kürtlerdir, onlara öğütler vermekte, öğüt verirken de aşağılamaktadır. Konu, çünkü şu sıralar tiraj getirmektedir, verimli bir damar bulmuştur, o damarı günlerdir işlemektedir.

43 yaşında bir kadın anne olmak istiyor, fakat hayatında bir erkek yok. Danimarka’da bir sperm bankasına başvuruyor, aldığı spermle bir kız bebeğe hamile kalıyor. Sağlık sorunları ve yaşı nedeniyle endişeli fakat aynı zamanda da mutlu. Konu bu arada medyaya yansıyor. Özellikle “erkek kalemler” güncel bir “öteki” bulmanın coşkusuyla toplumda saygın bir yeri olan anne adayını topa tutuyorlar. Belden aşağı vuruşlarla din, iman, kan, soy gırla gidiyor.

Oysa tartışılan, son derece kişisel, hiç kimsenin müdahil olmaya hakkı olmaması gerektiği ölçüde özel bir konu. Ama hayır, “eleştiriler”, sperm sahibinin Danimarkalı bir “domuz çiftliği işçisine” ait olma olasılığına kadar uzanıyor.

Allah’tan bu ülkede yüreği zengin, kafası aydınlık, kalemi güçlü kadın yazarlar var; Güner Özkul’u koruyorlar.

Halil İbrahim Dinçdağ Trabzon bölgesi futbol hakemlerinden 33 yaşında genç bir insan. O da spor dünyasının “ötekisi”. Çünkü o bir eşcinsel ve eşcinselliğini bir televizyon kanalında açıkça söyleyecek kadar da yürekli bir insan. Ne var ki cinsel yapısı ülkemizde hâlâ “reyting yükseltici” bir önem taşıyor; o halde vur vurabildiğin kadar. Ama genç hakemi eleştiren bu “homofobik” spor yazarları 1996 yılından bu yana 13 yıldır futbol karşılaşmaları yöneten Dinçdağ’ın bugüne kadar verdiği kararlarda cinsel kimliğinin bir rol oynayıp oynamadığı konusunda susuyorlar. Ayıp ettiklerinin kuşkusuz ki farkındalar, fakat “erkekliklerinin” dozu ayıp etmemeye yetmiyor ne yazık ki.

***

Okumuş yazmışlarımızdaki bu çıkar sağlayıcı “öteki düşmanlığı” topluma da yansıyor; insanlarımız birbirine düşüyor, birbirine düşman ediliyor. Unutulmamalıdır ki “öteki düşmanlığı” gün gelir geri teper, topluma yaptığı kötülükler kimsenin yanına kâr kalmaz.

Hastalık dört bir yanımızı sarmadan bizden uyarması.



BİR ZAMAN YAZARI - 17.05.2009

Cumayı cumartesi ya bağlayan geçen gece uykum kaçtı, televizyonu açtım, bir süre kanallar arasında dolaştıktan sonra CNN Türk’te karar kıldım. Reha Muhtar’ın “Çok Farklı” adlı programında Yeniçağ Gazetesi yazarı Aslan Bulut, ses sanatçısı Leman Sam ve Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç “Bülent Ersoy’un cinsel yapısı” üzerine hararetli bir biçimde tartışıyorlardı. Daha önce yayımlanmış, fakat izlemediğim bir programın tekrarı olan yayında konu, “Bülent Ersoy’un cinsel yapısı”ydı. Tartışma sırasında Reha Muhtar benim bir “İslam mücahidi” olarak bellediğim Bulaç’ın, “yıllardır bireysel özgürlükleri savunan bir kişi olduğunu” söyleyince kulak kesildim. Giyim-kuşamdan yeme-içmeye, yaşam biçeminden cinsel seçime kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan bireysel özgürlüklerin savunucusu olduğu kadar “İslami bilgisinin de sonsuz olduğu” yine Reha Muhtar tarafından söylenen bu Zaman yazarı tartışmaya acaba nasıl bir katkıda bulunacaktı?

Herhalde kendisinden konuyu dinsel açıdan değerlendirmesi bekleniyordu.

Değerlendirdi de, ona göre, 1 Haziran 2004 tarihli yasa değişikliğinden sonra “cinsel tercihleri tartışmak veya toplumun nefretini bunun üzerine çekmek suç ol(-muştu). Bunun aleyhinde tahkir edici propagandalar yapılamaz(-dı). Fakat,”İnsanın cinsel tercihlerde bulunma hakkı varsa onları eleştirme hakkı da olmalı(-ydı). Mazbut paradigmadan dünyaya bakan insan, cinsel tercihte bulunan insanı eleştirme hakkına sahip(-ti). Cinsel tercihte bulunan insan bu tercihini evrensel doğru olarak empoze edemez(-di). (O) çocuk ve torununun eşcinsel olmasını istemi(-yordu). Olmaması için de elinden geleni yapı(-yordu). Eşcinsellere karşı bir nefret ve ayrımcılık” da gütmüyordu.

Bunlar, konu “eşcinsellik” oldu mu, “mazbut paradigmadan dünyaya bakan” herkesin söyleyebileceği şeylerdi aslında, dolayısıyla CNN Türk izleyicileri için hiç de ilginç bir yanı yoktu. Ne var ki ilginç yan sonradan gelecekti.

Eşcinsellik dünya üzerinde bilinçli olarak özendiriliyordu, “Eşcinsellik geliştikçe insanların kitlesel olarak öldürülmeleri hızlanıyor(-du). Eşcinsellikle sivillerin savaşta katledilmesi arasında bir orantı var(-dı). Meşru yollardan savaşı göze alamadıkları zaman kitlesel olarak öldürüyorlar(-dı). Şu anda Irak ve Afganistan’da kitleler halinde sivil halkı öldürenlerin çok önemli bir kısmının eşcinsel olduğunu söylüyorlar(-dı). Bundan da özel bir zevk alıyorlar(-dı).”

***

Bu sözler ilginç olmanın ötesinde dehşet verici çağrılar içeriyordu. Şu anda Irak ve Afganistan’da kitleler halinde sivil halkı öldürenlerin “çok önemli bir kısmının” eşcinsel olduğunu söylüyorlar, derken herhangi bir kaynak da belirtmiyordu Zaman yazarı. Eğer kaba deyimle “işkembeden atmıyorsa” böylesine önemli bir bilgiyi nereden öğrendiğini, kimin söylediğini belirtmesi gerekmez miydi?

Çünkü söylediklerinden şöyle bir sonuç çıkıyordu: Amerikalılar bakıyorlar ki heteroseksüel askerler etik kurallara bağlı kaldıklarından yeterince Iraklı ya da Afgan öldüremiyorlar, bunları sistematik bir biçimde homoseksüellerle değiştiriliyorlar. Herhalde homoseksüellik, Amerikan ordusunun asker alma işlemlerinde gerekli ölçütler arasına katılmış olmalı ki eşcinseller Irak ya da Afganistan’daki sivilleri öldüren Amerikan askerleri arasında “önemli bir kısmı” oluşturuyorlardı.

Maazallah, Ali Bulaç’ın açıklamalarına inanacak olsak Divan Şiiri’nin ünlü adlarından olan Nedim’den başlayarak şiirimize, edebiyatımıza, müziğimize, resmimize, mimarimize, moda dünyamıza, bilim dünyamıza bunca katkıda bulunmuş, dünyada yüzümüzü ağartmış onca değerli insanımızı içlerinde gizilgüç olarak bir “cani” barındıran, her an karşımıza bir “katil” olarak çıkabilecek yaratıklar olarak göreceğiz.

Sanırım, Reha Muhtar, “İslami bilgisi sonsuz olan” fakat düşünüp konuşan değil de konuşurken düşünen, ağzından çıkanı kulağı duymayan bu Zaman yazarını izleyicilerine “bireysel özgürlükleri savunan bir kişilik” olarak tanıttığına sonradan pişman olmuştur.

Adam nasıl bir parçalanmış kişiliğe sahipse, hem yukarıda alıntıladığımız sözleri söylüyor hem de “eşcinsellere karşı bir nefret ve ayırımcılık gütmediğini” iddia ediyordu. Bu, ulemanın özgürlükçüsüydü, özgürlükçü olmayanlarını ise varın artık siz düşünün. Ne diyelim, Tanrı bizi bunlardan korusun!

TAŞ ATAN ÇOCUKLAR - 13.05.2009

Geriye dönüp baktığımda dehşet verici bulduğum “taş savaşı” çocukluk yıllarımın en gözde oyunlarından biriydi. Nedendir bilinmez başka mahallelerin çocuklarıyla düşmanlaşmıştık; birbirimize “savaş” ilan eder, uygun bir alanda amansızca kapışırdık. Bizim mahallenin çocukları için en uygun yer şimdi Cihangir Parkı olan o zamanki toprak sahaydı. Savaş çağrımıza uyan “düşman” mahalleyi sahanın bir ucundaki mevzilerimizde beklerdik. Cephaneleriyle gelirler, karşı uçta yer tutarlar, sonra savaş başlardı. İşaret parmağıyla başparmak arasına sığabilecek ve (c) biçiminde kıvrılan orta parmağın üzerine kolayca yerleşebilecek, genelde yassı çakıl taşlarıydı silahlarımız. Önce hedefimizi belirler, sonra olanca gücümüzle fırlatırdık taşımızı.

Tehlikeli bir oyundu, sonunu her geçen dakika artan yaralı sayısı belirlerdi; artık işe yaramaz duruma düşen yaralılarının artmasıyla taraflardan biri ya pes edip beyaz bayrak gösterir ya da tabana kuvvet savaş alanından kaçardı. Böyle bir savaş sırasında düşmanın attığı bir taşın sağ gözümle şakağım arasında bir yere rastlaması sonucunda yere yıkılıp kan içinde kaldığımda 10 yaşındaydım. Bayılmışım. Gözlerimi İlk Yardım Hastanesi’nde açtım. O son savaşımda kalan yara izini 56 yıldır taşıyorum. Her yüzümü yıkadığımda gözüm o ize takılır, “ne delilikmiş” diye düşünürüm.

1940’ların sonuyla 1950’lerin başları arasında kalan yıllarda ben yaştaki çocukları bu tür “kanlı oyunlara” yönelten neydi? Hangi toplumsal olgulardı? Kavgasız gürültüsüz yaşayan derli toplu ailelerin çocuklarıydık. O televizyonsuz yıllarda bize kötü örnek olacak diziler de yoktu. Vurdulu kırdılı filmler oynatan sinemalara da gitmezdik. Nüfusu bir milyonu ancak bulan, köşe başlarında kapkaççıların pusuda beklemediği, insanların birbirlerini gelişigüzel öldürmediği, gazete sayfalarını her Tanrı’nın günü yeni cinayet haberlerinin kirletmediği uygar bir kentte, o yılların İstanbul’unda yaşıyorduk.

***


Uzmanlar, “çocuklarda şiddet duygusu içgüdüsel olarak vardır ve bu çok doğaldır,” diyorlar. Onlara göre,çocukları bu duygunun olumsuz etkilerinden bilinçsiz olarak kurtarmaya çalışmak” sağlıklı olmadığı gibi tam tersine, “bunun yapılması çocuğun şiddet duygusunu bir potansiyel olarak içine gömmesine ve patlamak için fırsat kollamasına neden olabilir.”

Bunları neden yazıyorum? Güneydoğu’da güvenlik güçlerine taş attıkları nedeniyle Terörle Mücadele Yasası’na göre tutuklu olarak yargılanan, yaşları 13-17 arasında değişen çok sayıda çocuk var. Bunlar, yasanın adından da belli olduğu gibi terörist suçlamasıyla yargılanıyorlar.

Düşünüyorum, bizler 40’lı, 50’li yıllarda içgüdüsel olarak içimizde var olan şiddet duygularını dışarı atmak için yaşıtlarımızla taş savaşlarına tutuşuyorduk. Onlar ise gözlerini şiddet ortamına açmışlar, o ortamda büyümüşler. Kırk binden fazla cana mal olmuş, hâlâ can alan “düşük yoğunluklu bir savaşın” sürdüğü, on yedi bin “faili meçhul” cinayetin işlendiği bir bölgede yaşıyorlar.

Kentlerinin üzerinde harekâta giden savaş uçakları uçuyor, caddelerinden her gün -biz, eski zamanların İstanbullu çocuklarının ancak ulusal bayramlardaki geçit törenlerinde gördüğü-, savaş taşıtları geçiyor. Asker dolu kamyonlar çatışmaya gidiyorlar. Kimilerinin yakınları ise “karşı tarafta”.

Onlarsa çocuk, çatışmalarda, silahlarda, ölümlerde hiçbir payları yok, tek suçları içlerinde gömülü şiddet potansiyelinin onları taşlara yöneltmesi, güvenlik güçlerine taş atmaları; içlerindeki potansiyel şiddete karşı çıkmamaları, çıkamamaları. Yakalanmasalar, dayak yemeseler, tutuklanmasalar, ağır suçlarla yargılanmasalar belki ertesi gün polis ağabeyleriyle futbol oynayacaklar.

Onlar terörün, 30 yıldır süregelen düşük yoğunluklu savaşın asıl mağdurları. Ama ne yazık ki onlara mağdur gibi davranılmıyor. İçinde bulundukları tutukluluk ortamının bu çocukları yarının ne tür hayatlarına yönlendireceğini düşünmek bile bana korku veriyor.

Türkiye, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 19 yıl önce imzalamış. Ne var ki Terörle Mücadele Yasası bu sözleşmeyi yok sayıyor, çocuklara “çocuk gibi” davranmanın önünü kesiyor. Ayrıca tüm dünyadaki gibi “suçlu çocuk yoktur”, “suça itilen çocuk vardır” tanımını kabul eden ve “ceza”nın çocuğa uygulanacak en son yaptırım olduğunu öngören Çocuk Koruma Kanunu da var hukuk sistemimizde, fakat bu da yok sayılıyor.

İster Kürt ister Güneydoğu sorunu diyelim, Cumhurbaşkanı bile sorunu “ülkenin temel sorunu” olarak görüyorsa iktidarın ivedi görevi “taş atan çocukların” geleceklerini kurtarmak değil midir?


10 Mayıs 2009 Pazar

ŞİDDET TOPLUMU, LİNÇ KÜLTÜRÜ VE SİLAHLANMA - 11.05.2009

1991 genel seçimlerinde Sayın Süleyman Demirel’in kulağa en hoş gelen vaatlerden birinin “saydam karakol” olduğunu anımsıyorum. Poliste işkencenin ayyuka çıktığı dönemdi. DYP iktidar olunca karakollar saydamlaşacak, insanlar başları sıkıştığında ürkmeden, korkmadan polisin kapısını çalacaklardı. Umut verici bir vaatti.

Doğru Yol Partisi o seçimlerden en büyük parti olarak çıktı, Sayın Demirel de Sosyal Demokrat Halkçı Parti ile kurulan koalisyon hükümetinin başı oldu. Ne var ki o vaat unutuldu, karakollar saydamlaşmadı, polisin yurttaşlara, dolayısıyla yurttaşların da polise bakışı değişmedi.

Kuşkusuz ki yıllar içinde polisteki olumlu değişiklikleri görmezlikten gelmek haksızlık olur, ama son günlerde internette dolaşan bir 1 Mayıs göstericisine atılan polis dayağının, buna benzer davranışların içimizi acıttığını, bizi ülkemiz adına utandırdığını da söylemeden geçemeyiz. Fakat bugün konumuz bu değil.

***

Polisin “koruyucu” olarak görülmediği, devlet güçlerinin mal ve can güvenliğini yeterince koruyamadığına inanıldığı, adaletin ağır işlediği her yerde insanlar korunma içgüdüsüyle kendi kendilerine önlemler alırlar. Bunların başında da “silahlanma” gelir. Dünyanın neresinde olursa olsun toplumun silahlanmasının temel nedeni/gerekçesi kendini koruma içgüdüsüdür. Ne var ki bu aynı zamanda da toplumda “linç kültürünün” varlığının bir işaretidir.

2008 verilerine göre toplam nüfusu yaklaşık 72 milyon olan Türkiye’de 19 yaş üzeri nüfus yaklaşık 47 milyon, silah ruhsatı sayısı ise yaklaşık 2 milyon 500 bindir. Buna göre yetişkin nüfusumuzun yüzde 5,3’ü silahlıdır. Umut Vakfı’nın verilerine göre ruhsatsız silah sayısı ise bunun yaklaşık 7 katıdır. Buna göre ülkemizde yaklaşık 20 milyon silahlı “sivil” yaşamaktadır. 19 yaş üzeri nüfusun yaklaşık yüzde 42’sinin silahlanmış olduğu anlamına gelen bu oran dehşet vericidir ve benzerine hiçbir uygar ülkede rastlanmamaktadır.

***

Türkiye toplumu bir “şiddet” toplumu görünümündedir. Bu görünüm giderek belirginleşmektedir. Aile içinden başlayarak şiddet tüm topluma egemen olmuştur. Şiddet yaygınlaştıkça kanıksanmakta, kanıksandıkça da insan yaşamı değersizleşmektedir. İnsanlar birbirlerini acımadan, düşünmeden, gözlerini kırpmadan öldürebilmektedirler. Gazete haberlerinde her gün mutlaka birkaç cinayet haberi yer almaktadır.

2006 yılı verilerine bir göz atalım: Umut Vakfı’nın resmi makamlardan derlediği verilere göre 2006 yılı içinde “mala karşı” 463.834, “şahsa karşı” ise 321.626 olay meydana gelmiştir. Bu olaylarda 8.069 kişi yaşamını yitirmiş, 161.602 kişi de yaralanmıştır. Aynı dönemde ele geçen ruhsatlı silah sayısı 2.659, ruhsatsız silah sayısı ise 19.769’dur. Yine 2006 sayıları temel alınacak olursa ülkemizdeki adam öldürme ve adam öldürmeye teşebbüs suçlarının yaklaşık 1/3’ü ateşli silahlarla işlenmektedir.

***

Okulluluk ortalaması beş yılın altında olan yetişkin nüfusunun yüzde 42’sinin silahlanmış olduğu, insanların birbirlerinin canına elleri titremeden kıyabildikleri bir toplumda polisin işi de zorlaşmaktadır. En basit bir takipte dahi silahlı çatışmaya girme olasılığı polisi doğal olarak olumsuz etkilemektedir.

Silah ruhsatı, yurttaşlar tarafından “Ben seni koruyamıyorum, al silahını başının çaresine bak!” anlamında algılandığından polise olan güven bu açıdan da sarsılmaktadır.

Yineleyelim: Bireysel silahlanma linç kültürünü besleyen, yaygınlaştıran bir etkendir.

Eğer Mardin kıyımına benzer yeni felaketler yaşamak istemiyorsak devlet ivedilikle bir silahsızlandırma seferberliği başlatmalı, Türkiye’nin bir “caniler ülkesine” ülkesine dönüşmesinin bir an önce önünü kesmelidir.



ASUMAN - 10.05.2009

Asuman, Kadir adında 14 aylık bir oğul annesi, ikinci çocuğuna hamile genç bir Kürt kadını. Bir haftadır altüst olmuş dünyasında kurşunlarla, bombalarla, ölümlerle elinden alınmış hayatına bir yerinden yeniden tutunmaya çalışıyor, “nasıl”ını bilemeden.

Mardin kıyımında annesi ile dört kardeşi öldürülmüş Asuman’ın, öldürdüğü söylenenler ise kocasının kardeşleri. Tutuklanan on katil zanlısı arasındaki altı kardeş aynı zamanda Asuman’ın öldürülen annesinin öz yeğenleri, Asuman’la da kardeş çocukları. Genç kadın 21 yıllık yaşamının en zor ikilemiyle karşı karşıya kalmış. Toplu kıyımda canlarını yitirenlerin yakınları tarafından “ötekiler” diye adlandırılan zanlıların ailesine gelin gitmiş çünkü. Zanlı yakınları korku içindeler, çıkma olasılığı yüksek bir kan davası yangınından, intikam ölümlerinden kurtulmak için doğup büyüdükleri köylerini terk edip uzaklara göçüyorlar.

***

Asuman ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyor, onun durumuna düşecek hiç kimsenin bilemeyeceği gibi.

Göçenlerle gitse baba evinin kapısı bir daha açılmamacasına kapanacak, kalsa sevdiği kocasını bir daha görmemecesine yitirecek. Çevresine soruyor danışıyor. Sorup danıştıkları, “Kocan kanlılarımızın kardeşi,” diyorlar. “Seçeceksin! Ya baban, ya kocan!”

Babasına koşuyor, eşini, yakınlarını yitirmiş baba hem acılı hem de öfkeli. “Burada kalabilirsin,” diyor, “seni korurum ben, ama bir şartım var.” Babasının önüne sürdüğü şart ne olabilir ki? Gözleri babasının dudaklarında donup kalıyor, bekliyor. Konuşuyor baba, “Oğlunu da onlarla göndereceksin!” Elleri karnına gidiyor Asuman’ın. Ya karnındaki bebek? O da kanlılarından değil mi?

***

Uzun uzun düşünme şansı yok Asuman’ın, “ötekileri” götürecek kamyonlar hazır, motorları çalışıyor. Kaskatı kesilmiş Asuman, içi donmuş, gözleri donuklaşmış, benzi sapsarı. “Peki,” diyor babasına, “burada kalıyorum.” Babanın yüzünde hiçbir duygu izi yok, arkasını dönüp uzaklaşıyor. Genç kadın toprak zeminde bir kilim üzerinde oturan, hiçbir şeyden habersiz yavrusunu kucağına alıyor, kamyonetlerden birinde kendisini bekleyen kocasına götürüyor.

“Kadir’i sen al,” diyor, acılı bir sesle, “ben burada kalıyorum.” Kocasının gözlerinde hüzün, çocuğu alırken, dönüşü olmayacak ayrılıklarının veda anında Asuman’ın artık hep anımsayacağı, onu umarsızlıkla umut arasında gidip getirecek son sözleri dökülüyor ağzından: “Dilediğin zaman gelebilirsin bana, beş yıl sonra bile gelsen kabul ederim seni.”

Kamyonet hareket ediyor. Asuman, görünmez olana kadar izliyor uzaklaşan göç konvoyunu.

***

Asuman, 44 insanını kıyıma kurban vermiş, bir o kadar insanı da başka yerlere göçmüş 60 yetimli, yarısı boşalmış 36 haneli köyünde acılı yalnızlığını yaşayacak.

Tanık olduğu o kıyıma, o vahşete, o ölümlere bir anlam vermeye çalışacak, ama veremeyecek.

Hiç beklemediği bir anda hayatından kopan kocasını, koparılan çocuğunu düşünecek, o kopuşun, koparılışın nedenlerinin ardına varmaya çalışacak, ama varamayacak.

Elleri hep karnına gidecek, dört ay sonra dünyaya getireceği bebeğini okşayacak, gözlerinden yaşlar süzülerek. Bebeğin yazgısı belli, o “ötekilerin kanından”. Onu barındırmayacaklar köyde, töre böyle.

Ne yapacak, ne yapmalı Asuman?

Bilemiyor.

Hele bebeği bir doğsun, belki o zaman.

Bir umut işte!


8 Mayıs 2009 Cuma

KANLI TOPRAKLAR - 06.05.2009

Olayı yinelemeye gerek yok, ayrıntılarıyla biliyoruz. Yer, Mardin’in Mazıdağ ilçesinin Bilge köyü. 36 haneli köyün eski muhtarının kızı nişanlanıyor, evde tören var. Saat 20.30. Hava kötü, başlayan kum fırtınası giderek şiddetleniyor; dışarıda toz dumandan göz gözü görmüyor. Nişan konukları eve kapanıp fırtınanın geçmesini bekliyorlar.

Saat 20.53. Namaz vakti. Erkekler yatsı namazına duruyorlar.

Dışarıda fırtına sürüyor, görüş uzaklığı on metrenin altında. Bir grup yüzleri maskeli silahlı adam durumdan yararlanarak köye sızıyor. Eve yaklaşıp kapı ve pencerelerden içeridekileri uzun namlulu otomatik tüfekleriyle çapraz ateşe tutuyorlar. Sonuç: 6’sı çocuk, 16’sı kadın, toplam 44 kişi ölüyor ve birçok yaralı. Gelin, damat, yakınları niçin öldürüldüklerini bilmeden yaşamlarını yitiriyorlar.

Olayın nedeni bu yazının yazıldığı ana kadar aydınlanmış değil, fakat bir terör olayı olmadığı neredeyse kesin. Geriye “töre”, “kan davası”, “toprak anlaşmazlığı”, “aileler arası anlaşmazlık”, “aile içi husumet” gibi olasılıklar kalıyor. Fakat nedenin hiç önemi yok; gerçek olan birtakım insanların çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı demeden onca insanı gözlerini kırpmadan öldürmeleri, öldürebilmeleri.

***

Güneydoğu yüzyıllardır kanıyor. Yöre insanları birbirlerinin hayatını zehir etmek, yok etmek için bin bir neden buluyorlar. Kulağım televizyonda, yazı ilerledikçe olayın üzerindeki sis perdesi de aralanıyor, “aile içi husumet” olasılığı öne çıkmaya başlıyor. Husumetin nedeninin kızın ailesinin bir bölümünün, “Erkek tarafı bizim eskiden kan davalımızdı, nasıl olur da bunlara kız verirsiniz?” gerekçesiyle nişana karşı çıkmasından kaynaklandığı söyleniyor. Eğer doğruysa, 44 cana mal olan gerekçe bu! Çağdaş bir insanın, aydınlanmış bir kafanın, normal insan mantığının anlayabileceği bir durum değil.

Eğer böyle bir gerekçeyle insanlar kendi akrabalarından, yakınlarından 44 kişinin canına kıyabiliyorlarsa Güneydoğu’da yıllardır süren, 44 bin canın yitmesine neden olan terördeki insan zafiyeti daha iyi anlaşılıyor.

Yaşamın “en yüce değer” olarak görülmediği, öğrenilmediği, öğretilmediği sosyal-kültürel koşullarda barışçıl bir düzen kurmaya giden yolu insanları eğiterek, aydınlatarak, çağdaşlaştırarak döşemek gerekiyor.

***

Olayın geçtiği Bilge köyünün tüm erkekleri korucu; ellerinde uzun namlulu otomatik tüfekleri ve cephaneleri var. Yıllardır bir ölüm-kalım savaşının içindeler, sonu belli olmayan bir çatışmaya girecekleri anı bekliyorlar, elleri hep tetikte, uyanık ve gergin. Eğitim durumlarını aşağı yukarı biliyoruz. Beş yıllık ilkokulu bitirip bitirmedikleri bile kuşkulu, eğitimsiz, derebeylik/feodal düzenin kapalı koşullarına tutsak erkekler.

Kendilerinden günlük hayatlarında “normal” davranmaları, silahlarını ancak “yerinde” kullanmaları bekleniyor. Fakat bu nasıl olacak? Törelere, kan davalarına, husumetlere tutsak olmuş, hayatı bu tutsaklıklar içinde tanımış, yanlışı doğru bellemiş bu insanlar neyin “normal”, neyin “yerinde” olduğuna nasıl karar verecekler? Verebilirler mi?

Terörle savaşım adına köylüleri silahlandırmak, milisleştirmek iyi de bunun bir de psikolojik destek yanı yok mu? Adam yıllarca koruculuk yapıyor, görevi sona erdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatın içine salıveriliyor, artık ondan yaşamını öbür köylüler gibi sürdürmesi isteniyor. Psikolojik yardım almadan bir korucunun “ölüm sendromundan” tek başına kurtulması olası mı?

Mardin bir örnek, 6’sı çocuk, 16’sı kadın 44 kişi devletin verdiği silahlarla öldürülüyor.

Televizyona bakıyorum, ekrana yöre siyasetçileri çıkıp “kan davasının da bir ahlakı olduğundan” dem vuruyorlar, “kadınların öldürülemeyeceğini” anlatıyorlar. Kimse, “Bu kanlı topraklarda insanı tutsak eden bu köhne düzen temelinden değişmelidir” demiyor.

Onları dinlerken tüylerim ürperiyor.



İŞÇİLER TAKSİM ALANINDA - 03.05.2009



Emekçilerin 1978’den bu yana süren özlemi sınırlı da olsa 1 Mayıs günü sona erdi. Bu, başta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) olmak üzere sendikaların, sosyal demokrat ve sosyalist partilerin/örgütlerin, sivil toplum ve meslek kuruluşlarının, emekten yana aydınların uzun yıllardır verdikleri ortak savaşımın başarısıdır.

İstanbul Valiliği ile varılan mutabakat çerçevesinde “makul sayıdaki” Türk-İş ve Hak-İş delegasyonlarından farklı olarak DİSK ve KESK’in önderliğinde geniş bir katılımla Taksim Alanına gelen emekçiler, aydınlar, gençler 1977 yılındaki 1 Mayıs kutlamalarında yaşamlarını yitiren 36 emekçi için saygı duruşunda bulunup 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü kutladılar.

Bu yılki 1 Mayıs, yasaklamaların söz konusu olmadığı durumlarda kalabalık ne kadar yoğun olursa olsun kutlamaların barışçıl bir biçimde gerçekleşeceğini göstererek gelecek yıl için umut verdi. DİSK ve KESK ve başta olmak üzere kararlı olduğu kadar coşkulu ve disiplinli davranışlarıyla 1 Mayıs’ın barış içinde gerçekleşmesine katkıda bulunan Cumhuriyet Halk Partisi’ni, Türkiye Komünist Partisi’ni, Halkın Kurtuluş Partisi’ni, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ni ve alanda yer alan tüm sivil toplum kuruluşlarının ve meslek örgütlerinin temsilcilerini kutlamak gerekiyor.

***

Burada, sendika kortejlerine katılarak Taksim’e çıkmaya çalışan, yolları güvenlik güçleri tarafından kesilince onlarla taşlı, sopalı, Molotof kokteylli çatışmalara giren gruplara ise bir çift söz söylemeden geçemiyoruz. Unutmamak gerekiyor ki çağımızda demokratik kazanımlar süreç içinde elde edilebiliyor. Türkiye’nin emekçileri de 1 Mayıs’ı resmen “emek günü” olarak kutlayabilmek için onlarca yıldır süren uzun soluklu savaşım vermişlerdir, hâlâ da vermekteler. Emekten, emekçiden yana olduğunu söyleyen herkesin bu savaşıma saygı göstermesi gerekmez mi? Emekçilerin hedefi şimdi, 1977 kırımından bu yana bir simge olan Taksim Alanı’nın yüz binlere açılmasını gerçekleştirmektir. Bu yılki kutlamalar bu yolda atılan önemli bir adımdır. 1 Mayıs’ın kendileri için de bir emek günü olduğunu henüz kavrayamamış olduğu görülen, bu nedenle de gereğinden fazla gerilen polisi provoke ederek onları çatışmaya çekmenin, kaldırım taşlarını sökmenin, cam çerçeve kırmanın, apartmanlarda yangın çıkarmanın bu adıma/adımlara katkı sağlayacağı düşünülebilir mi?

Bu tür kitlesel kutlamalarda polisin her zaman “doğru” davrandığı hiç kuşku yok ki söylenemez, fakat öte yandan çantalarına Molotof kokteyli doldurmuş, elleri taşlı sopalı göstericilere dünyanın hiçbir yerinde güvenlik güçleri hoşgörüyle davranmazlar.

***

Gençlik grupları 1980’den bu yana yakın tarihimizde egemen güçler tarafından uygulanan temel politikalardan birinin “depolitizasyon” olduğu gerçeğini gözden uzak tutmamalıdırlar. Başka bir dünyanın özlemini çeken, düzenin değişmesini isteyen insanların en fazla yakındıkları konuların başında 1980 sonrası gençliğinin ülkenin temel sorunlarına karşı ilgisizliği gelmektedir. Çünkü nüfusunun yüzde 70’i 35 yaşın altında olan ülkemizde geniş gençlik kitleleri düzeni değiştirme savaşımına katılacak bilinç düzeyine ulaşmadan sol siyasetlerin başarıya ulaşma şansı yok denecek kadar azdır.

Siyasetten uzaklaştırılmış gençliğin sol’a kazandırılması bu gençlerin kafalarını sağ iktidarlarca doldurulmuş kâbus senaryolarından arındırılmakla olasıdır. Bunun yolu her 1 Mayıs’ta belli gruplar tarafından yaratılan taşlı, sopalı, Molotof kokteylli, yangınlı dehşet görüntüleri değildir. Şiddet, ülke siyasetinde ağırlıklı bir rol oynamak hedefine yönelik demokrasi savaşımı veren emekçi sınıf ve kesimlerin önünde, -bilinçli olarak istenmese de-, engel oluşturmaktadır. Kendisini solcu olarak tanımlayan gençler, düzene olan öfkeleri ne kadar büyük olursa olsun, topluma örnek olacak, toplumda destek bulacak davranışlar sergilemek zorundadırlar. Sol bilinç bunu gerektirir.

Genç insan öfkesini denetim altına alabilmeli, yüzünü barışa dönmelidir. Bugün hayatın her alanında özlenen barıştır çünkü.