17 Mayıs 2009 Pazar

TAŞ ATAN ÇOCUKLAR - 13.05.2009

Geriye dönüp baktığımda dehşet verici bulduğum “taş savaşı” çocukluk yıllarımın en gözde oyunlarından biriydi. Nedendir bilinmez başka mahallelerin çocuklarıyla düşmanlaşmıştık; birbirimize “savaş” ilan eder, uygun bir alanda amansızca kapışırdık. Bizim mahallenin çocukları için en uygun yer şimdi Cihangir Parkı olan o zamanki toprak sahaydı. Savaş çağrımıza uyan “düşman” mahalleyi sahanın bir ucundaki mevzilerimizde beklerdik. Cephaneleriyle gelirler, karşı uçta yer tutarlar, sonra savaş başlardı. İşaret parmağıyla başparmak arasına sığabilecek ve (c) biçiminde kıvrılan orta parmağın üzerine kolayca yerleşebilecek, genelde yassı çakıl taşlarıydı silahlarımız. Önce hedefimizi belirler, sonra olanca gücümüzle fırlatırdık taşımızı.

Tehlikeli bir oyundu, sonunu her geçen dakika artan yaralı sayısı belirlerdi; artık işe yaramaz duruma düşen yaralılarının artmasıyla taraflardan biri ya pes edip beyaz bayrak gösterir ya da tabana kuvvet savaş alanından kaçardı. Böyle bir savaş sırasında düşmanın attığı bir taşın sağ gözümle şakağım arasında bir yere rastlaması sonucunda yere yıkılıp kan içinde kaldığımda 10 yaşındaydım. Bayılmışım. Gözlerimi İlk Yardım Hastanesi’nde açtım. O son savaşımda kalan yara izini 56 yıldır taşıyorum. Her yüzümü yıkadığımda gözüm o ize takılır, “ne delilikmiş” diye düşünürüm.

1940’ların sonuyla 1950’lerin başları arasında kalan yıllarda ben yaştaki çocukları bu tür “kanlı oyunlara” yönelten neydi? Hangi toplumsal olgulardı? Kavgasız gürültüsüz yaşayan derli toplu ailelerin çocuklarıydık. O televizyonsuz yıllarda bize kötü örnek olacak diziler de yoktu. Vurdulu kırdılı filmler oynatan sinemalara da gitmezdik. Nüfusu bir milyonu ancak bulan, köşe başlarında kapkaççıların pusuda beklemediği, insanların birbirlerini gelişigüzel öldürmediği, gazete sayfalarını her Tanrı’nın günü yeni cinayet haberlerinin kirletmediği uygar bir kentte, o yılların İstanbul’unda yaşıyorduk.

***


Uzmanlar, “çocuklarda şiddet duygusu içgüdüsel olarak vardır ve bu çok doğaldır,” diyorlar. Onlara göre,çocukları bu duygunun olumsuz etkilerinden bilinçsiz olarak kurtarmaya çalışmak” sağlıklı olmadığı gibi tam tersine, “bunun yapılması çocuğun şiddet duygusunu bir potansiyel olarak içine gömmesine ve patlamak için fırsat kollamasına neden olabilir.”

Bunları neden yazıyorum? Güneydoğu’da güvenlik güçlerine taş attıkları nedeniyle Terörle Mücadele Yasası’na göre tutuklu olarak yargılanan, yaşları 13-17 arasında değişen çok sayıda çocuk var. Bunlar, yasanın adından da belli olduğu gibi terörist suçlamasıyla yargılanıyorlar.

Düşünüyorum, bizler 40’lı, 50’li yıllarda içgüdüsel olarak içimizde var olan şiddet duygularını dışarı atmak için yaşıtlarımızla taş savaşlarına tutuşuyorduk. Onlar ise gözlerini şiddet ortamına açmışlar, o ortamda büyümüşler. Kırk binden fazla cana mal olmuş, hâlâ can alan “düşük yoğunluklu bir savaşın” sürdüğü, on yedi bin “faili meçhul” cinayetin işlendiği bir bölgede yaşıyorlar.

Kentlerinin üzerinde harekâta giden savaş uçakları uçuyor, caddelerinden her gün -biz, eski zamanların İstanbullu çocuklarının ancak ulusal bayramlardaki geçit törenlerinde gördüğü-, savaş taşıtları geçiyor. Asker dolu kamyonlar çatışmaya gidiyorlar. Kimilerinin yakınları ise “karşı tarafta”.

Onlarsa çocuk, çatışmalarda, silahlarda, ölümlerde hiçbir payları yok, tek suçları içlerinde gömülü şiddet potansiyelinin onları taşlara yöneltmesi, güvenlik güçlerine taş atmaları; içlerindeki potansiyel şiddete karşı çıkmamaları, çıkamamaları. Yakalanmasalar, dayak yemeseler, tutuklanmasalar, ağır suçlarla yargılanmasalar belki ertesi gün polis ağabeyleriyle futbol oynayacaklar.

Onlar terörün, 30 yıldır süregelen düşük yoğunluklu savaşın asıl mağdurları. Ama ne yazık ki onlara mağdur gibi davranılmıyor. İçinde bulundukları tutukluluk ortamının bu çocukları yarının ne tür hayatlarına yönlendireceğini düşünmek bile bana korku veriyor.

Türkiye, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 19 yıl önce imzalamış. Ne var ki Terörle Mücadele Yasası bu sözleşmeyi yok sayıyor, çocuklara “çocuk gibi” davranmanın önünü kesiyor. Ayrıca tüm dünyadaki gibi “suçlu çocuk yoktur”, “suça itilen çocuk vardır” tanımını kabul eden ve “ceza”nın çocuğa uygulanacak en son yaptırım olduğunu öngören Çocuk Koruma Kanunu da var hukuk sistemimizde, fakat bu da yok sayılıyor.

İster Kürt ister Güneydoğu sorunu diyelim, Cumhurbaşkanı bile sorunu “ülkenin temel sorunu” olarak görüyorsa iktidarın ivedi görevi “taş atan çocukların” geleceklerini kurtarmak değil midir?


Hiç yorum yok: