29 Nisan 2009 Çarşamba

DİNLEMELER, DİNLENENLER, DİNLEMECİLER - 29.04.2009

Sayın Mehmet Ali Şahin açıkladı; artık Türkiye’de kaç kişinin “resmi izinle” dinlendiğini biliyoruz. Politikacı, yazar, diplomat, bürokrat, her rütbeden muvazzaf ve emekli subay, polis, sanatçı, gazeteci, müzisyen, reklamcı, bilim adamı, hekim, mimar, mühendis, sinemacı, ekonomist, aktör, aktris gibi çok çeşitli mesleklerden, ortak özellikleri “ülke sorunlarına duyarlı” ve “eğitim düzeyleri yüksek” olan yaklaşık 70 bin kişinin telefonları düzenli olarak dinleniyor.

Bu, hiç de azımsanacak bir sayı değil. Sayın Bakan’ın açıklamasından sonra basında “nüfusumuzun binde 1’i dinleniyor” gibi saptamalara rastlasak da bu oran pek anlamlı değil. Örneğin, 0-4 yaşları arasında 5.793.906 bebek yurttaşımız var ve bunlar henüz “gıgı, bubu, babci” gibi kendilerine özgü konuşma çağında olduklarından dinlemeciler açısından “obje” olma önemi taşımıyorlar.

Dinlemeler büyük çoğunlukla 25 ve üstü yaş gruplarına yönelik olarak gerçekleştiriliyor. 2007 yılı “adrese bağlı nüfus kayıt sistemi temelinde” hazırlanan Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre 70 milyon 586 bin 256 olan toplam nüfusumuz içinde 25 yaş ve üzerindeki yurttaşlarımızın sayısı 39 milyon 546 bin 259 olarak belirtiliyor. Şimdilik devletimiz bu potansiyel hedefin “yalnızca” binde 1,77’sini dinletmeyi uygun/gerekli görmüş. Ne denilebilir ki?

***

Çevremde bir araştırma yaptım, yukarıda saydığım meslek gruplarından insanlar günde ortalama 27 dakika telefonda konuşuyorlar. Sayın Bakan’ın verdiği sayıdan ve bu ortalamadan hareket edecek olursak dinlenecek telefon görüşmelerinin günlük ortalama süresi 1 milyon 890 bin dakika tutuyor. Bunu saate çevirecek olursak 31 bin 500 saat ya da 1.312 gün yapıyor. Bir dinlemecinin günlük net mesai süresinin 8 saat olduğunu düşünecek olursak dinleme işinin düzenli ve sektirmeden yerine getirilmesi için 3.938 kişinin/dinlemecinin istihdam edilmesi gerekiyor.

Bu da azımsanacak bir sayı değil, Türkiye’de yaklaşık dört bin kişi başkalarının telefonlarını dinleyerek evine ekmek götürüyor.

Dinlemecilik ilginç bir iş olmalı, diye düşünüyorum. Öyle ya adam veya kadın günde sekiz saat olmak üzere her Allah’ın günü birilerinin konuşmalarını dinliyor. Her dinlenen söze siyasetle başlayıp sözü siyasetle sonlandıracak değil ya, kimileri futboldan, kimileri, alacak verecekten, kimileri aşktan, kimileri doktordan ilaçtan, kimileri cinsel fantezilerinden söz ediyor. Dinlemeci ister istemez başkalarının özel hayatlarına girip en gizli yanlarına tanık oluyor.

Bir kadın yakın bir dostuna eşinin kanser olduğunu söyleyip ağlarken, bir adam yakın bir arkadaşına eşinin kendisini aldattığını öğrendiğini anlatır, içini dökerken ya da yaşlı bir kadın doktoruna telefon edip yazdığı ilacı bulamadığını söylerken dinlemeci herhalde dinlediklerinden etkileniyordur. Ama sonra oturuyor dinlediklerini rapor olarak kâğıda döküyor. Eğer aynı dinlenenler bu arada “aykırı” birtakım sözler etmişlerse bunları da kayda geçiriyor, altını çizerek. İşte o zaman “vay haline” dinlenenlerin!


***

Dört bin aileye ekmek kapısı da olsa “telekulakçılık” hiç hoş bir görev değil. Neyle meşgulsün diye sorulduğunda doğru yanıtın verilemeyeceği bir işi yapıyor olmak insanda kim bilir ne derin ruhsal yaralar açıyordur? Yıllar içinde yüzlerce, binlerce kişinin gizlerine gizlice ortak olmak taşınması çok zor olan bir yük olmalıdır. Bilmem, kuşkulandıklarını dinletmek için binlerce dinletici çalıştıran devlet, görevleri sona eren dinleticilerin sırtlarında biriken ağır yüklerden kurtulmaları için rehabilitasyon önlemleri almayı düşünüyor mu?

Düşünmüyorsa bugünden tezi yok mutlaka düşünmelidir. Biz psikolog ya da psikiyatr değiliz ama yaptıkları görevin dinlemecilerde “telekulakçı sendromu” gibi davranış bozukluklarına yol açan ruhsal arızalara yol açacağını varsaymak için ille de uzman olmaya gerek yoktur.

Öyle günlerden geçiyoruz ki Tanrı hepimizi; dinlenenleri dinlemecilerinden, dinlemecileri arızalı sonlarından, tüm toplumu kendisini yönetenlerden korusun!



26 Nisan 2009 Pazar

O POS BIYIKLI, KOCA SAKALLI, GÜR SESLİ ADAM - 26.04.2009

Onu önce türküleriyle tanımıştım, sanırım “Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar/ Geliyoruz, geleceğiz, yakındır” dizeleriyle başlayanı ilk devrimci türküsüydü. Yirmili yaşlardaydık, devrimci yüreklerimize işleyen gür bir sesti o. Sonra fotoğraflarını gördük gazete ve dergilerde, daha sonra da elinde sazıyla miting alanlarında çıktı karşımıza. Sesiyle uyumsuz denebilecek ölçüde ince bir gövde yapısı vardı. Ellerine, kollarına dikkat etmiştim, kolları adaleli, parmakları uzundu. Gür, siyah saçları, siyah pos bıyıkları, koca bir sakalı vardı.

Babasını iki yaşındayken yitirmiş, Diyarbakırlı yoksul bir köylü çocuğuydu. Küçük yaşlardan itibaren atıldığı yaşam savaşında Diyarbakır’ın çevre kasabalarını, köylerini dolaşıyor, ne iş bulursa yapıyordu. 17 yaşındayken yolu İstanbul’a düşmüş, o zamanlar Büyülçekmece’ye bağlı bir köy olan Mimar Sinan’daki taş ocaklarından birine işçi yazılmıştı. 1949 yılıydı. Ocak kapanınca bir süre lastik fabrikalarında çalışmış, sonra askerlik görevi için Erzurum’a gitmişti. Saz çalmayı askerlik sonrasında kendi kendine öğrenmiş, elinde sazı Anadolu’yu dolaşmaya başlamıştı. Başlarda bir “aşk ozanı”ydı o. Türkülerini yalnızca hayallerinde var olan Güllüşah adındaki bir kadın için yazıp söylüyordu. Ne var ki hayat çoğu zaman beklenmediklere gebedir; 1957 yılında Uşak Şeker Fabrikası’nda çalışırken kentin hapishane müdürü onu bir kızla tanıştırır. Güllüşah’tır kızın adı, evlenirler. Müziğe yetenekli bir kızdır o da, kocasından saz çalmayı öğrenir, birlikte çalıp söylemeye, hatta 1958 yılında Ankara Radyosu’nda Muzaffer Sarısözen’in Yurttan Sesler programına karı koca düzenli çıkmaya başlarlar.

***

Demokrat Parti yıllarıdır. Diyarbakırlı “aşk ozanı” siyasallaşmaya başlar. Celal Bayar ve Adnan Menderes ile tanışır, kısa zamanda Demokrat Parti mitinglerinin aranan ozanıdır artık. “Evvel Allah, sonra Demokrat Parti” gibi -daha sonra pişmanlık duyduğunu söylediği, anlatırken gülüp alay ettiği- “yandaş” türkülerle köylü kabalıklarının karşısına çıkar. 27 Mayıs 1960 darbesi ile Demokrat Parti dönemi son bulur.

1961 Anayasası’yla birlikte birçok şey değişmeye başlar; 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulur ve siyasal yelpazede en köktenci muhalefet odağı olarak sol uçta yerini alır. O pos bıyıklı, koca sakallı, gür sesli adam da devrimcileşir, esmeye başlayan devrimci rüzgârın seslerinden biri olur. TİP toplantılarında, öğrenci mitinglerinde her zaman sahnededir.

“Sorumluyum ben çağımdan/ Düz ovamdan dik dağımdan/ Sömürgeni toprağımdan/ sürene dek yazacağım…” ya da “Aracının aldığı fark/ Gümbür gümbür işleyen çark/ Hırsından çatlayan toprak/ Bizim bizim hepsi bizim…” gibi dizeleriyle kitleleri coşturur.

***

Devrimci rüzgârlar askeri darbeler tarafından kırılıp yeni yetişen gençler politikadan arındırıldıkça o pos bıyıklı, koca sakallı, gür sesli adamın sazı da, sözü de pek aranmaz oldu. Toplum hızla değişmişti, değişiyordu, öyle ki 60’lı, 70’li yıllarda türkülerine miting alanlarında sol yumrularını havaya kaldırarak eşlik etmiş kimi “eski devrimcilerin” yüzleri, onun adı anıldığında ekşiyor, küçümseyici, alaycı anlatımlar alıyordu. Bugün Ravel’i, Charlie Parker’i, Hamamizade İsmail Dede’yi seviyor olmak dünün o pos bıyıklı, koca sakallı, gür sesli ozanını “iyi hatırlamanın” önünde bir engelmiş gibi.

Fakat 1980’lerle birlikte yükselen neo-liberal dalgalar ülkemizin insan malzemesinin büyük bölümünü derinden ve olumsuz etkilemiş, köklü değer yıkımlarına yol açmıştı. Solda derin yaralar açılmış, kan kaybedilmiş, bir bölüm “eski solcu” geçmişinden utanır olmuştu. Bunlar, ağızlarını her açtıklarında yeni egemen düzene ve düzenin sahiplerine yaranabilmek için kendi geçmişlerine amansızca saldırıyorlar, saldırdıkça da aşağılaşıyorlardı.

Yeryüzünde benzeri görülmeyen boyutlarda alçalarak soldan sağa devrilen bu döneklerin tersine Âşık İhsani (Sırlıoğlu) sağdan sola evrilerek devrimcileşmiş bir halk ozanıydı. 21 nisan 2009 günü Diyarbakır’da öldü ve orada toprağa verildi. 77 yaşındaydı.

Üzerine yıldızlar yağsın.



22 Nisan 2009 Çarşamba

DALGALAR, DALGAKIRANLAR VE İZMİR - 22.04.2009

İstanbul’un Anadolu yakasında oturduğumuz çocukluk yıllarımda dalgaların benim için “büyük” önemi vardı. Moda’dan Mühürdar’a inip Kadıköy iskelesine doğru yürürken gözlerim hep denizde olurdu. Kimi günler deniz coşar, kabarır, yükselerek karaya vuran dalgalar hışırtılı sesler çıkartarak kayalarda patlar, sonra ardında beyaz köpükler bırakarak geri çekilirdi. Dalgaların çekilmesinin kısa bir süre için olduğunu bilirdim; dalga çekilir, güç toplar, bu kez çoğalarak, daha da yükselerek, bir şeyden, bir şeylerden öç almak istercesine öfkeyle, hışımla geri dönerdi. Her geri dönüş yeni bir patlama demekti.

Böyle lodoslu günlerde umutlanır, iskeleye yaklaştıkça içimi bir heyecan kaplardı. Bakardım, eğer iskelenin önündeki alanda olağanüstü bir kalabalık birikmişse derin bir “oh” çekerdim. Kalabalık, “aşırı lodos nedeniyle vapur seferlerinin tatil edildiği” anlamına gelirdi ki, bu da o gün “zorunlu” olarak okulun asılacağı, iskelede arkadaşlarla bir grup oluşturup soluğun bir pastanede, bir “tilt” ya da “langırt” salonunda alınacağı demekti. İstanbul’un o köprüsüz yıllarında dalgalar, Anadolu yakasında oturan, ama okulları Avrupa yakasında bulunan öğrencilerin “okul mu, sokak mı” ikilemindeki kesimi için hınzırca bir umuttu.


***

Ne var ki bu “umut” her zaman gerçeğe dönüşmezdi. Şehir Hatları vapurlarının deneyimli, yürekli kaptanları yolcuları karşıya taşımak için ve bizlerde oluşan düş kırıklığının hiç farkında olmaksızın mesleki becerilerini ortaya koyarlar, ulaşım gecikmeli de olsa sağlanırdı. Lodosun şiddetle estiği, denizin hışımla kabardığı günlerde kaptanlar için yolun en riskli bölümü geminin manevra yaptığı iskele önüyle Kadıköy-Haydarpaşa arasında kalan bölümdü. Vapur, kaptanının becerisiyle bu yolu aşıp Haydarpaşa dalgakıranının korumalı bölgesine girdi mi sular birden dinginleşiverirdi. Biz bu uzun dalgakırandan “umutkıran” olarak söz ederdik aramızda.

Öğrencilik dönemini geride bıraktığım yıllarda dalgakıranları sever oldum. Hangi kıyı kentine, kıyı köyüne gidersem gideyim, gözlerim önce bir dalgakıran arar. Karayla bağlantısı olan yerlerde en keyif aldığım şeylerden biri de dalgakırana çıkmak, üzerinde dolaşmak, ucundaki fenerin dibinde oturup denizi seyretmektir. Hele hava biraz da lodosluysa, dalgaların köpüklü kırılışlarını izlemek bana büyük zevk verir; belki ıslanacakmışım, olsun varsın.


***

14. İzmir Kitap Fuarı nedeniyle bir haftadır İzmir’deyim. Geçen Cumartesi başlayan ve önümüzdeki Pazar akşamına kadar sürecek olan fuar çocuk, genç, yaşlı, erkek, kadın on binlerce İzmirliyle dolup taşıyor.

İzmir, doğası, yapısı, insanlarıyla kendine özgü bir kenttir. Ege’nin 5000 yıllık aydınlığı insanlarının yüzüne yansır. Bu kentin genç kızlarının, kadınlarının güzelliğinde, erkeklerinin yakışıklılığında, çocuklarının acarlığında, yaşlılarının dinçliğinde hiç kuşkusuz bu aydınlığın önemli payı vardır.

Dün sabah Pasaport’ta bir kahvede oturup demli bir çay eşliğinde “boyoz” yer, karşımdaki dalgakıranları, deniz fenerlerini, altıda oturanları seyrederken aklıma geldi yukarıda yazdıklarım. Sonra, “Bu kentin bizzat kendisi bir dalgakıran” diye bir tümce düştü dilime. O sırada önümden genç bir çift geçiyordu, kollarını birbirlerinin beline dolamışlardı, oğlan kızı öpüverdi birden, kız işveli edalı kikirdedi hafifçe. “Varsın, sana ‘gâvur’ desinler güzel kent, sen hep böyle kal” diye mırıldandım.

Sonra Recep Tayyip Bey’in AKP örgütüne “İzmir’i isterim” buyruğu geldi aklıma, güldüm. Beklediğim gibi olmuş, İzmir karanlığa teslim olmamıştı. İzmir’in aydınlık beyinli, aydınlık yürekli insanları oylarını aydınlıktan yana kullanmışlardı. İzmir, kabarmaya, yükselmeye, aydınlığı karartmaya çalışan koyu dalgaların karşısına bir dalgakıran gibi dikilmişti. Aynı zamanda dalga dalga gelen Ergenekon hoyratlığına da.

Başta Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Aziz Kocaoğlu olmak üzere İzmir dalgakıranını taş üstüne taş koyarak yükselten herkesi, tüm aydınlık yüzlü İzmirlileri kutluyorum.

20 Nisan 2009 Pazartesi

1 MAYIS VE POLİS - 19.04.2009

Hükümet 1 Mayıs’ın “Emek ve Demokrasi Günü” olarak tanınmasına ve resmi tatil günü olarak kutlanmasına karar verdi. Bu, desteklenmesi, alkışlanması gereken olumlu bir karardır.

Ne var ki bu kararla birlikte her yıl olduğu gibi bu yıl da “Taksim Alanı” kutlama yeri olarak gündeme geldi, tartışılmaya başlandı. Sendika federasyonları Türk-İş, Hak-İş ve DİSK Emek ve Demokrasi Günü’nün Taksim Alanı’nda kutlanmasını talep ederlerken, İçişleri Bakanlığı ve İstanbul Valiliği “güvenlik gerekçesiyle” bu talebe karşı çıkıyor. Oysa Türkiye’nin örgütlü emek tarihi açısından Taksim Alanı’nın özel bir anlamı vardır. Geçmiş yıllarda 1 Mayıs bu alanda kutlanırken 1977 yılında kim tarafından düzenlendiği açıklığa kavuşturulamayan kanlı bir provokasyon sonucu 34 kişi yaşamını yitirmiş, 156 kişi de yaralanmıştı. Sonrasında alan bu tür geniş katılımlı toplantılara kapatılmışsa da zaman içinde yeniden izin verilmiş, daha sonra da iktidarların keyfine göre hareket edilir olmuştu.

Geçen yıl da benzer tartışmalar yapılmış, sonucunda yasak kararı üzerine ortaya ülke ve toplum olarak yüzümüzü kızartan görüntüler ortaya çıkmıştı.

Bu yılki tartışmalar çerçevesinde, “Eğer izin verilmiyorsa biz de kutlamalarımızı başka yerde yaparız” diyen Hak-İş ve Türk-İş’ten farklı olarak DİSK Taksim Alanı isteminde direnmektedir. Bu bizce de desteklenmesi gereken haklı bir direnmedir. Yetkililer “Biz kendimizi koruyacak önlemleri alırız” diyen DİSK’e kulak vermelidir.

***

Polis, hiçbir sendikayı, hiçbir kuruluşu, hiç kimseyi böyle bir söylemde bulunma durumunda bırakmamalıdır. Nerede ve ne zaman olursa olsun toplanma ve düşünce açıklama gibi temel haklarını kullanmak isteyen bir sendikanın toplantısını korumak polisin görevidir. Oysa polis bizde ne yazık ki “koruyuculuğu” değil, “engelleyiciliği” çağrıştırmaktadır. Eğer çağdaşlaşmak istiyorsak bu bakış değişmelidir. Bir örnek vermek istiyorum.

Almanya’da iki polis sendikası vardır. Her ikisinin de tüzüklerinde “siyaseten tarafsız” oldukları belirtilmesine karşın Sosyal Demokrasiye yakın olan Polis Sendikası’nın - Gewerkschaft der Polizei (GdP) 167 bin, Hıristiyan Demokratlara yakın olan Alman Polis Sendikası’nın da - Deutsche Polizeigewerkschaft (DPolG) yaklaşık 50 bin üyesi vardır. Polis Sendikası (GdP), 6 milyon 371 bin üyeyle Avrupa’nın en büyük İşçi Sendikaları Federasyonu olan Deutscher Gewerkschaftsbund’a (DGB) bağlı olarak faaliyet göstermektedir.

Almanya’da resmi tatil olan 1 Mayıs, “Emek Günü” (Tag der Arbeit) olarak kutlanmakta ve kutlamalara Alman Sendikalar Birliği öncülük etmektedir. O gün ülkenin tüm kentlerinin, kasabalarının, beldelerinin en büyük alanları en yüce değer olan emeğin yaratıcıları olan emekçilerindir. O emekçilerin arasında ülkede asayişi ve yurttaşların can ve mal güvenliğini sağlamak, korumak için emek veren, ter döken, sırasında canını ortaya koyan polisler de vardır. Polisler ellerindeki pankartlarla, dövizlerle, sendika temsilcilerinin yaptıkları konuşmalarla isteklerini dile getirir, yapılan yanlışları protesto ederler.

1 Mayıs’ta ülkenin herhangi bir alanında emekçilerle bir arada olmak, emek gününü onlarla birlikte kutlamak hangi siyasal eğilimden olursa olsun bir politikacı için büyük bir onurdur.

***

Çağımızda gelişmişliğin başlıca ölçütlerinden biri de toplumun, özellikle de emekçilerin eriştiği örgütlülük düzeyidir. Bir ülke istediği kadar ekonomik açıdan kalkınmış olsun, zengin olsun, demokrasi anlayışı emekçilerin örgütlenme, sendikalaşma noktasında gelip tıkanıyorsa, o ülkede gelişmişlikten, çağdaşlıktan, uygarlıktan söz etmek olası değildir.

Bir ülkede eğer memurlar, öğretmenler, polisler sendikal örgütlenme özgürlüğüne, grev hakkına sahip değillerse, o ülke demokrasi açısından “ikinci sınıf” bir ülkedir.

Demek ki daha yapacak çok şeyimiz vardır, eğer hep “ikinci sınıf” kalmak istemiyorsak tabii.


17 Nisan 2009 Cuma

SEVGİLİ TÜRKEL - 15.04.2009

Sevgili Türkel,

Aramızdan ayrıldığından bu yana 68 gün geçti. Şimdi neredesin, bilmiyorum ama bulunduğun yerden burada neler olup bittiğini şiddetle merak ettiğini biliyorum. Daha önce sana uğurlanışının ne değin görkemli, görkemli olduğu kadar da alçakgönüllü, yani tam senin istediğin gibi olduğunu, sevenlerinin (içten sevenlerinin) sayısının bu denli çok olmasının kimi insanları nasıl şaşırttığını anlatmıştım. 40’ında da dostların Cihangir’de, senin evde toplandılar.

Bugün anlatacaklarıma gelince… Burada siyaset de, hukuk da şirazesinden iyice çıktı. Gençlerin moda deyimiyle her şey “manyaklaştı”. İnanılacak gibi değil ama iki gün öce Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin İstanbul’daki Genel Merkezi basıldı, polisler kopyalarını çıkarmadan bursiyer 36 bin kız çocuğu ile 29 bin üniversite öğrencisinin kayıtlarının bulunduğu bilgisayar belleklerini bile alıp götürdüler. Türkan Saylan hocamız haklı olarak panik içinde; çocuklar eğer bu nedenle burslarını alamazlarsa ne yapacaklar, diye kaygılanıyor. Onun sağlığını merak ediyorsundur mutlaka; bildiğin gibi, hemoterapiye devam ediyor, fakat Türk hukuku Hoca’nın sağlığı kötüye gitsin diye elinden geleni yapıyor sanki. Çünkü onun da evi basıldı, Ergenekon Davası’na “delil oluşturabilir” gerekçesiyle yayımlanmış makalelerinin müsveddelerini bile aldı polisler; tam yarım çuval! Hoca o gün hastaneye gidemedi. Komşuları, dostları yalnız bırakmadılar Türkan Hanımı. Gülriz Sururi, Leyla Umar, Coşkun Özdemir oradaydılar.

O sıralarda İstanbul Üniversitesi’nden meslektaşın, aynı zamanda da kürsü başkanın Prof. Dr. Erol Manisalı’nın evi aranıyordu. Artık ne bulunduysa (!), Erol hoca gözaltına alındı.

Burada olsan mutlaka heyecanlanırdın elinde olmadan, bana da gelirler mi, diye. Öyle ya sen de ÇYDD’nin 2. Başkanıydın. Erol Manisalı da üniversiteden hem meslektaşın, hem de kürsü başkanındı, aynı zamanda da Cumhuriyet’te köşe komşun. Ama yine de, ‘keşke burada olsaydın da gelselerdi’, demeden edemiyorum. Nasıl da çıldırtırdın adamları, bir yandan çalışma odanın o muhteşem dağınıklığı, öbür yandan hınzırca kısılmış o dünya güzeli maviş gözlerin…

***

Neyse, olayı kişileştirmeyeyim, çünkü bu mektubu köşemde yayımlamayı düşünüyorum. Anlayacağın, Sevgili Arkadaşım, toplum kötü bir sabaha uyandı pazartesi günü. Savcı talimat vermiş, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Türkiye genelinde birçok temsilciliğine de baskın yapıldı, bu arada Yönetim Kurulu üyelerinden Prof. Ayşe Yüksel gözaltına alındı. ÇYDD’nin yanı sıra Çağdaş Eğitim Vakfı ile 68’liler Birliği Vakfı da paylarını aldı. Vakfın genel sekreteri Namık Kemal Boya’yı içeri aldılar. Biliyorsun, Doğan Grubu, Milliyet’in öncülüğünde “Baba Beni Okula Gönder” başlığı altında kız çocuklarını okullulaştırmayı amaçlayan başarılı bir kampanya sürdürüyordu; işte o kampanyanın koordinatörü olan Tijen Mergen de gözaltında.

Bu arada iki faal rektörle üç eski rektör de demir parmaklıklar ardına yollandı.

Kafanı daha fazla karıştırmamak, içini daha fazla karartmamak için gözaltına alınanların tam listesini vermiyorum; 12. Ergenekon Seferberliği 18 ilde 60 kişiye yönelik olarak uygulandı, 43 kişi gözaltına alındı, demekle yetineyim.

Tahmin edebileceğin gibi medyanın “borazan” kesimi büyük sevinç içinde; köşe yazarlarının bir tek parmaklarına zil takıp göbek atmadıkları kalıyor. İki dalga daha gelsin, eminim onu da yaparlar. Borazanlığın, soytarılığın sınırı, sonu yok çünkü.

Herkesin ağzında bir “Türkiye bir hukuk devletidir” lafıdır gidiyor, olan biten de “hukuka uygun” yürütülüyor zaten. Ama ya hukuk şirazesinden çıkmışsa, olan biten de bu şirazesinden çıkmış hukuka göre yürütülüyorsa, ne olacak? Kimse işin bu yanını düşünmüyor. Tuhaf değil mi?

Türkelciğim, buradan haberler şimdilik bu kadar. Ha, bir de “Bize teğet geçen küresel kriz” var, hükümetin son açıklamasına göre ekonomide bu yıl beklenen küçülme yüzde 3,6; işsizlik ise yüzde 13,5. Ekonomi profesörüsün ya, merak edersin diye yazdım.

Güzel yanaklarından öperim, canım arkadaşım.



12 Nisan 2009 Pazar

OBAMA YA DA YENİ BİR SAVAŞÇI - 12.04.2009

Haberi mutlaka okumuşsunuzdur, ama anımsamakta yine de yarar var:

“ABD Başkanı Barack Obama öncelikle Irak ve Afganistan'daki askeri operasyonlarda kullanılmak üzere Kongre'den 83,4 milyar dolarlık ek ödenek talep etti. Obama, Temsilciler Meclisi Başkanı'na gönderdiği yazıda, askeri birliklerin Irak'tan çekilmesi ile Afganistan ve Pakistan'daki güvenliği tehdit edici gelişmeleri ek bütçe talebine gerekçe gösterdi. Obama, El Kaide ve Taliban tehdidinin artması nedeniyle askeri masrafların arttığına dikkat çekti. Böylece Irak ve Afganistan savaşlarının toplam bütçesi 900 milyar doları aşmış olacak.” (Almanya’nın Sesi, 10.04.2009)

Görülüyor ki yeni ABD başkanının da eskilerinden pek bir farkı yok; konu ABD’nin çıkarları oldu mu o da kendinden öncekiler gibi “savaşçı” kesiliyor.

Obama’nın ek savaş bütçesi istediği tarih de ilginç; NATO zirvesinde ve zirveden dönüş yolunda 46 saat kaldığı Türkiye’de “savaş artık siyasetin bir aracı olmamalıdır” yollu “mesajlar” verdikten hemen sonra Temsilciler Meclisi Başkanı’na talep yazısı döşeniyor.

***

Yeni ABD başkanı talep ettiği 83,4 milyar dolarlık ek ödeneği mutlaka alacak ve bu para mermi, makineli, tank, roket, bomba olup Irak ve Afgan halklarının canına okuyacaktır.

ABD sisteminin doğası gereği bir savaş makinesidir. Son 100 yılına bakıldığında bu ülkenin kendi çıkarlarının söz konusu olduğu hiçbir sorunu savaşsız çözmediği, savaşsız çözme yoluna başvurmadığı görülmektedir. Dolayısıyla ABD’nin yürürlükteki sistemi ayakta kaldığı sürece başa geçen her başkanın temel görevi bu makineyi en mükemmel biçimde çalıştırmaktır. Bu açıdan bakıldığında ABD başkanın adı Kennedy, Nixon, Ford, Reagan, Carter, Clinton, Bush ya da Obama olmuş, hiç fark etmemektedir.

Dünya barışı açısından ABD başkanlarının Cumhuriyetçi mi yoksa Demokrat mı oldukları da bir anlam taşımamaktadır. Sosyalist Küba’yı yıkmak için Domuzlar Körfezi’ne çıkartma yapan (ve yüzüne gözüne bulaştıran) Kennedy de Irak’ı ilk bombalatan ABD başkanı Clinton da “demokrat”tırlar.

Bir süre önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, kendi grup toplantı salonlarında bu ülkenin milletvekili bir parti başkanına Kürtçe olan ana dilinde kısa bir konuşma yaptığı için “büyük infial” duyan medya, dünya emperyalizminin patronu Obama’nın, emperyalizme karşı verilen kurtuluş savaşımız sonucunda kurulmuş Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekillerimize kendi dilinde yaptığı “ders verir nitelikteki aşağılayıcı” konuşmayı överek göklere çıkarmıştır.

Ermeni sorunu konusunda, “Ben soykırım diyorum, bu kayıtlara da geçti zaten, ama siz konuyu bir de Ermenistan’la görüşün,” sözleri aşağılama değil midir?

Ülkesindeki yüzde 3’lük nüfusa dünyayı dar etmek için sistemli bir yabancı düşmanı politika izleyen “hristofaşist” Halk Partisi’ne şirin görünüp parlamentoda desteğini almak için Hz. Muhammet karikatürlerini salt eleştirmekten bile kaçınan Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliğini gerçekleştirebilmek için, Türkiye Başbakanına “Adam İslam dünyasından özür dileyecek, ben garantörüm,” mavalını okumak nasıl yorumlanmalıdır?

Ya bu ülkenin iki kurucu halkından biri olan Kürtleri “azınlık” olarak tanımlamak!

Adam gelmiş, burada kaldığı 46 saat içinde onca insanla konuşmuş, bir kişi bile kalkıp, “Arkadaş, sen neler söylüyorsun öyle, kendine gel!” demiştir, diyememiştir.

***

Obama yeni bir savaşçıdır. Henüz bilenme aşamasındadır. Temsilciler Meclisi’nden ödenek çıksın, savaş endüstrisine milyarlar akıtılacak, ABD endüstrisi canlanırken üretilen yeni teknolojilerle donanmış silahlar Iraklıların, Afganların üzerine ölüm kusacaktır.

Eğer iktidardakilerin kafası değişmezse Türkiye’de yeni ölümlere payandalık yapacaktır, utançlarla lekelenecektir.

Kafası değişmeyenleri değiştirmek de bir seçenektir elbet.



9 Nisan 2009 Perşembe

KASIMPAŞALILIĞIN TAM SIRASIYDI OYSA - 08.04.2009

Allah’tan televizyon denen o mucize aygıt var, bize hem gösterdi hem de duyurdu. Başkan Obama düşüncelerini değiştirmemiş; kendince haklı da, “kayıt altına alınmış” düşüncelerini nasıl değiştirsin ki? Türklerin, o unutulası 1915 yılında Ermenileri “soykırıma uğrattığına” ilişkin görüşünü bugün de koruyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yaptığı ikili görüşmeden sonra yapılan basın toplantısında söylediklerinden anladığımız kadarıyla Obama, altını çizdiğimiz konudaki görüşlerini değiştirmemekle birlikte 24 Nisan’daki anma gününde Ermenilerin beklediği “soykırım” sözcüğünü ağzına almayacak. “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün liderliğindeki Türkiye’nin Ermenistan’la yürüttüğü görüşmelere çomak sokmak” istemiyor.

ABD Başkanının, halk arasında “çevir kazı yanmasın” nitelenen benzer durum örneklerinden biri olan yanıtı öylesine zekiceydi ki, kendisine 24 Nisan’da o “uğursuz” sözcüğü kullanıp kullanmayacağını soran yurttaşı kadın gazeteci bile oturduğu yerde donup kaldı.

Donup kalan yalnızca o gazeteci değildi, başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan, muhalefet liderleri Deniz Baykal, Devlet Bahçeli ve Ahmet Türk olmak üzere tüm siyasetçilerimiz de donup kalmışlar, Obama’nın “tarihinizle yüzleşin” yollu öğütlerini başları önlerinde, sessizce dinlemişlerdi.

Daha dün denecek bir tarihte Davos’ta “fatihlik” ile taçlandırılmış Başbakan Erdoğan’ın Obama’nın öğütlerine tepkisiz kalması düş kırıklığına uğrayan toplumda “bizim başbakanın gücü ancak Simon Peres’e mi yetiyor” sorusunun dillendirilmesine yol açmıştı.

***

Ya Rasmussen denilen o Danimarkalı “kifayetsiz muhteris”? NATO Genel Sekreteri olabilmek için zirve buluşmasında takla üzerine takla atmış, kendi atmakla kalmayıp, Sarkozy’den Merkel’e, Zapatero’dan Berlusconi’ye herkese de attırmıştı. Başbakanımız ise ülkesinden yayın yapan PKK yanlısı Roj TV’yi yasaklamayan, Hz. Muhammet karikatürleri olayında tepkisiz kalan Rasmussen’in genel sekreterliğini engellemek için tek başına amansız bir savaş vermişti Strasburg’da.

Tam savaşı kazanıp fatihlik unvanını “fatihlerin fatihliğine” yükselterek biricikleştirecekti ki araya Obama girmiş, Başbakan’ı ödün vermeye ikna etmişti. Siyaset ve diplomaside hiçbir ödünün karşılıksız verilmeyeceği ilkesine uygun olarak AKP’li yandaş basına manşetlik haberler servis edilmişti. Buna göre Rasmussen İstanbul’daki Medeniyetler İttifakı Forumu’nda Hz. Muhammet karikatürleri nedeniyle İslam dünyasından özür dileyecek, Roj TV’ye ilişkin olarak da gerekli adımları atacaktı.

Ne var ki yandaş medyanın pompaladığı beklentiler boşa çıkmıştı. Rasmussen İstanbul’da yaptığı konuşmasında sözü, dünyadaki ilk porno fuarına ev sahipliği yapmakla haklı bir üne kavuşan Danimarka Krallığı’ndaki “düşünce ve anlatım özgürlüğüne” getirmiş, Müslümanların peygamberini aşağılayan karikatürleri kınamakla yetinerek özür dilemekten kaçınmıştı. Roj TV işi ise divana kalmıştı; ilgili makamlar söz konusu kanal ile PKK arasında ekonomik ilişkiler olup olmadığını araştıracaklar, bu araştırmanın sonuçlarına göre ne yapılacağına karar verilecekti.

Sayın Başbakan, Rasmussen’in sergilediği bu oyunu da sessizce izlemiş, alt dudağını birkaç kez ısırmakla yetinmişti.

***

Ne olmuştu bizim fatihimize? Nerede kalmıştı fatihimizin o “van minıt” raconu?

Fatihliğin de Kasımpaşalılığın da tam sırasıydı oysa…

Aldatılmıştık, omuzlarımız düşmüştü, yıkılmıştık.

Mazlumdan alınan ah’ı çıkarmak ise bir otel banyosunun kaygan fayanslarına düşmüştü.

5 Nisan 2009 Pazar

UMUTLANALIM (MI?) - 05.04.2009

Cumhuriyet Halk Partisi’nin yerel seçimlerde oyunu artırıp yeni belediye başkanlıkları kazanması AKP’den bir an önce kurtulmak isteyen kesimlerde 2011 genel seçimlerine ilişkin umutların yeşermesine yol açtı.

İstanbul’daki dikkat çekici oy artışı, Aydın, Sinop, Tekirdağ, Antalya ve Giresun’da yerel yönetimleri kazanması hiç kuşku yok ki CHP adına kayda değer başarılardır.

Öte yandan 29 Mart seçim sonuçları ilginç bir dağılım haritası ortaya çıkarmıştır. Kıyı kentlerinden 5’ini AKP (İstanbul, Hatay, Samsun, Trabzon, Rize), 4’ünü Milliyetçi Hareket Partisi (Bartın, Kastamonu, Balıkesir, Adana), 1’ini DSP (Ordu) kazanırken, CHP de 14 kentte il belediye başkanlıklarını kazanmıştır (Kırklareli, Zonguldak, Sinop, Giresun, Artvin, Mersin, Antalya, Muğla, Aydın, İzmir, Çanakkale, Tekirdağ, Edirne).

CHP’nin Ankara dışında Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da gücü yok denecek kadar azdır.

Dağılım haritasına bir göz atalım:

Batman, Bingöl, Diyarbakır, Iğdır, Şanlıurfa, Şırnak ve Van’da yüzde 1’in altında; Afyon, Ağrı, Bitlis, Çankırı, Erzurum, Hakkâri, Kahramanmaraş, Konya, Mardin, Muş, Nevşehir, Rize, Siirt ve Yozgat yüzde 5’in altında; Aksaray, Düzce, Elazığ, Erzincan, Gümüşhane, Karabük, Kastamonu, Karabük, Kırıkkale, Kütahya, Sakarya ve Sivas’ta yüzde 10’un altındadır. CHP’nin, Demokratik Sol Parti’nin seçimlerden birinci parti olarak çıktığı Eskişehir’de eriştiği oy oranı 2.7, Ordu’da da 2.2’dir.

Bu haritanın değişmesi yolunda köklü adımlar atılmadığı sürece CHP’nin 2011 genel seçimlerinde iktidarı değiştirecek ölçüde bir ağırlık kazanması hayaldir.

***

Seçim sonrası başlayan tartışmalar her benzer durumda olduğu gibi CHP merkez yönetiminin değişmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. Sayın Deniz Baykal’ın yerini alacak bir genel başkan adayı bulunmuştur ve bu değişiklik gerçekleşince partinin “makûs talihi” de değişecektir! Bu, CHP yandaşlarının ezelden beri vazgeçemedikleri bir yaklaşımdır. Kurtuluş, başarı, yükselme ancak ve ancak “karizmatik bir lider” ile olasıdır! Geçmişte Bülent Ecevit gibi somut bir örnek vardır; alçakgönüllü, halkla kolay ilişki kurabilen, dürüst, erdemli, güzel konuşan, topluma umut veren bir liderle iktidara giden yol açılabilir. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu işte böyle bir kişiliktir…

Sayın Kılıçdaroğlu’nun sayılan bu niteliklere sahip olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur, fakat sorun Türkiye koşullarında bir “kişilik” ya da “karizmatik olup olmamak” sorunu değildir. Sorun, bir stratejik program sorunudur. Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun oy dağılım haritasına yansıyan görüntüsü ancak o bölgelerde seçmenleri Sünni İslam’a ve Kürt milliyetçiliğine yönelten sorunlara somut çözüm önerileri üretmekle olasıdır.

Liderin kişiliği mutlaka önemlidir, anımsayalım ve kendimize soralım, eğer Sayın Ecevit’in dilinden düşürmediği “Toprak işleyenin, su kullananındır!”, “İnsanca, hakça bir düzen!” gibi “programatik” söylemler toplumda yankı bulmasaydı, CHP o yıllardaki başarısını gösterebilir miydi? Bunu tersinden de okuyabiliriz: eğer partinin dilde somutlanacak ve toplumda yankı bulacak bir stratejik programı yoksa ya da başka bir deyişle kullanacak malzemesi yoksa liderin kişiliği tek başına iktidar değişikliği için yeterli değildir.


***

CHP, -eğer bir vazgeçme söz konusu değilse-, bir sosyal demokrat parti olarak bu niteliğinin üzerine yüklediği sorumluluğun bilinciyle hiç zaman yitirmeden önünü tıkayan sorunların üstesinden gelme yolunda bir stratejik programın hazırlık çalışmalarına başlamalıdır.

Türkiye’nin “akıllı”, “yenilikçi”, “dönüşümcü” bir sosyal demokrasiye hiçbir zaman olmadığı ölçüde gereksinimi vardır. Kendimiz farklı bir yerde duruyor olsak da…


1 Nisan 2009 Çarşamba

ALTI AY SONRA - 01.04.2009

“… Bu devran ebediyete kadar sürüp gitmeyecek; çünkü düşüş hep yükselişin vardığı en üst noktada, zirvede başlar, AKP iktidarı da, lideri de bu kaçınılamaz sonu değiştiremeyecektir. Düşüş başlamıştır bile. Yoksa kendine özgüveni sağlam olan bir siyasal güç neden böylesine hırçınlaşsın, öfkesini gemleyemez olsun?

Düşüşü en yakından duyumsayanın düşen olduğu bilinen bir gerçektir. Ülkenin dört bir yanında ayyuka çıkan yolsuzluklar, ‘laikliğe karşı eylemlerin odağı olunması’ hâli, muhalefetin sesini kesme girişimleri, yargı fiyaskoları, eş-dost kayırmaları önlenemez düşüşün somut görüntüleridir.

Tüm bu görüntüleri perdelemeye, olan biteni yok göstermeye yandaş medyanın çabaları da bir süre sonra yetmez olacak, efsunlanmış kitlelerin yanlış alkışları düşenlerin kulaklarında sadece hoş bir seda olarak kalacaktır.

Düşüş bir süreçtir, çıkışta aldığından daha kısa bir zaman alır.”

***

Yukarıdaki satırları 17.09.2008 tarihinde bu köşede yayımlanan “Düşüş” başlıklı yazımdan alıntıladım. Bu düşüşü altı ay öncesinden görmek bir müneccimlik başarısı değildi kuşkusuz, bizim yaptığımız da somut olarak görülene ilişkin bir not düşmekten başka bir şey değildi zaten.

AKP iktidarı açısından bir “kırılma” olarak değerlendirilen yerel seçimler bu düşüş sürecini açıklamayı kolaylaştıran sayısal veriler ortaya koyuyor. Doğal ki bu sayılar aynı zamanda AKP iktidarının dayandığı sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel zemini doğru belirleyebilmemiz için bize olanaklar sunuyor.

Trakya bölgesinde ve Ege-Akdeniz kıyı şeridinde Hatay dışında önemli bir varlık gösteremeyişi sosyal sınıflar oluşumunun kapitalizmin doğal sürecini yaşayarak gerçekleştiği görece gelişmiş kentlerde AKP’nin nesnel olarak orta ve uzun erimde de bir şansının olmadığını ortaya koymaktadır.

Sanayileşmeye/kapitalistleşmeye bağlı olarak beli düzeyde aydınlaşmış, evrensel-çağdaş değerleri benimsemiş kentlileşmiş nüfusun “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olduğu yargı tarafından tescil edilmiş, bastırmaya ne değin çabalasa da içindeki “islamofaşist” özünün dışa vurmasını engellemeyi başaramayan bir siyasal yapıya tahammülü yoktur.

***

AKP, siyasal güç olarak Orta Anadolu ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kendine özgü koşullarından beslenmektedir. Orta Anadolu kentlerinin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel ortak özelliği ekonomik gelişmenin feodal güdümlü bir kapitalistleşmeye bağlı olarak gerçekleştiğidir. Altyapısı kapitalist, üstyapısı ise feodal olan bu “ucube” süreç kendine özgü toplumsal ve kültürel kurumlarını da yaratmakta, yine bu kurumlar sürecin yeniden üretilmesinde önemli işlevler üstlenmekte, kapalı döngüyü güvence altına almaktadırlar. Bu bağlamda Batı’da Bursa ve Denizli, Güneydoğu’da Gaziantep, Kuzey’de de Trabzon’un belli farklılıklar gösterdiğini söylemeliyiz.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da şeyhlerin, dinsel cemaatlerin, aşiret reislerinin etki alanındaki nüfus kesimleri de AKP için verimli bir zemin, güçlü bir seçmen potansiyeli oluşturmaktadır.

***

Ne var ki AKP’nin beslendiği sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel zemin yapı olarak kendini yeniden üretme yeteneğine rağmen “kırılamaz” değildir. Bunu başaracak olan ise emek ağırlıklı alternatif bir siyasal güçtür.

Eğer AKP’den kurtulmak isteniyorsa yapılması gereken bu gücü oluşturmaktır.


SADİ BEY AMCA - 29.03.2009

Alt kat komşumuzdu Sadi Bey; bir yerlerde olduğu bilinen ama nedense bir türlü rastlanmayan gerçek bir İstanbul beyefendisiydi. Benim henüz 10’lu yaşlarımı sürdürdüğüm 60’lı yılların başlarıydı apartmanımıza taşındıklarında. Sokak kapısında karşılaştığı herkesi aynı zarafetle selamlar, başından hiç eksik olmayan fötr şapkasını sağ eliyle çıkartır gibi yapar, aynı zamanda da hafifçe öne eğilerek yumuşak bir sesle “İyi günler efendim,” derdi. Sanırım, bir devlet bankasının genel müdürlüğünden emekliydi. Uzun süren meslek yıllarından kalma bir alışkanlık olacak, sabahları erkenden kalkar, birazdan sokağa çıkacakmış gibi giyinirdi. Her zaman bakımlı, her zaman şıktı.

Ne var ki çözmemiz oldukça uzun bir zaman alacak “esrarengiz” yanları da vardı Sadi Bey amcanın. Karşı daire komşuları Muazzez Hanım, epeyce bir süredir, özellikle de geceleri Sadi beylerin dairesinden birtakım tıkırtılar, cızırtılar ve tanımlayamayacağı “başka sesler” duyduğunu önüne gelen herkese anlatınca apartman sakinleri arasında ortak bir merak oluşmuştu. Öyle ki kimi komşularımız içlerinde uyanan ve giderek büyüyen meraklarını belki dindiririz umuduyla Sadi beylerin kapısının önünden geçerken kulaklarını kapıya dayar gibi yapıp Muazzez Hanım’ın duyduğu o sesleri kendileri de duymak için özel çaba harcıyorlardı.

Azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor, nitekim bir iki hafta içinde tüm komşular ne yapıp edip o sesleri duymayı başarmışlardı. Ben de duymuştum; benim duyduğum “gulu, guuu, gulu gulu, guuu” sesleri Muazzez Hanım’ın “başka sesler” dediği o özel kategoriye giriyordu.

***

O yıllarda Türkiye’de egemen paranoya komünizm tehlikesiydi. Yurttaşlarımızın önemli bir bölümü dünya komünizminin başlıca hedefinin Türkiye’yi komünistleştirmek olduğu düşüncesinde olduklarından sürekli “teyakkuz” durumundaydılar. Sadi Bey bir Rus casusu olabilir miydi? Bu soru önce apartman komşularımız arasında sevimsizliğiyle tanınan eczacı Cevat Bey tarafından ortaya atılmış, kısa zamanda da başta kapıcımız Recep Efendi olmak üzere kimi komşular tarafından “en azından bir seçenek olarak” benimsenmişti.

Bizimkiler ise bu türden ortak meraklara uzak duran insanlardı. Ne var ki alt katta ne olup bittiğini hiç umursamayan annem benim ısrarlarıma daha fazla direnememiş, kendisin evde olmadığı bir saatte aşağıya inip “olay”ı Sadi Bey amcanın eşi Mevhibe Hanım’la konuşmuştu. Mevhibe Hanım olayı onaylamış, seslerin nedenini eşinin bir süredir kapıldığı “fen aşkı” ile açıklamış, sonra annemi arka odalardan birine götürmüş, ona orta masasının ve bir rafın üzerinde dizili duran on kadar radyoyu göstermişti. Bunlar zamanın en iyi markaları kabul edilen Grundig’in, Blaupunkt’un, Newton’un en yeni modelleriydi.

Annemin anlattıkları merakımı dindireceği yerde büsbütün güçlendirmişti. Öyle ya, bir insan on adet -hem de tümü en son model- radyoyla ne yapardı? Yoksa tüm bu yatırımı komünist Bizim Radyo’yu dinlemek için mi yapmıştı? Öyleyse eczacı Cevat Bey hiç de haksız sayılmazdı o soruyu ortaya atarken. Ürkmüştüm.

***

O akşam konuştum Sadi Bey amcayla. Beni o radyolu odaya almıştı. Konuştukça bir yandan içim rahatlıyor, bir yandan da bastırmakta zorlandığım bir gülme krizinin eşiğine geliyordum. O bir klasik batı müziği meraklısıydı. Bir arkadaşının önerisine uyup önce sekiz lambalı bir Grundig almış, fakat doğru dürüst dinlenebilen bir istasyon bulamamıştı. Kısa dalga cızırtılı, uzun dalga gulu gululuydu, orta dalgada ise hiçbir şey yoktu. Ama yılmamıştı, bir, iki, üç derken “işe yaramaz” on radyo sahibi olmuştu. Bana tüm o cızırtıları, gulu guluları dinlettikten sonra, “İşte böyle Deniz Bey oğlum,” dedi hüzünlü bir sesle.

O sırada aklıma geldi, “Anten bağlantılarını kontrol ettiniz mi?” diye sordum. Şaşkınlıkla yüzüme baktı: “Anten de mi bağlanacaktı?” Olayın tümü bu soruda gizliydi.

Kıssadan hisse: Teknolojinin en mükemmeli dahi eğer kullanmasını bilmiyorsanız hiçbir işe yaramaz. Son helikopter kazasında olduğu gibi.

Okur Yorumları:

Sayın Deniz KAVUKÇUOĞLU.

Bir helikopter kazası ve sonrasında oluşan rezaleti böylesine güzel anlattığınız için sizi kutlarım.

Saygılarımla.

Ahmet ÖNEN

30.03.2009

------------------------------------------




İŞİNİ BİLEMEME DURUMLARI ÜZERİNE BİR NOT DÜŞÜMÜ - 25.03.2009

Başbakanın müthiş olduğu kadar son derece aydınlatıcı da olan sözleri hepimize rahat bir soluk aldırdı. Aylardır düşünüyor, düşünmekten beyin damarlarımız çatlayacak gibi oluyor, fakat yaşadıklarımızın, tanık olduklarımızın nedenlerine akla yakın bir yanıt bulamıyorduk.

Ben, örneğin, camları buğulu kahvehanelerde masaları dolduran “okey”cilerin sayısındaki olağanüstü artışın nedenleri üzerine umutsuzca kafa patlatıyordum. Toplumumuzda ayrı bir yeri olduğu bilinen bu zamanı sınırsız kesimdeki ani kalabalıklaşmanın mutlaka bir nedeni olmalıydı. Sayıları birden üçe, beşe, ona katlanmıştı ve katlanma sürüyordu.

Ani kalabalıklaşma bağlamındaki bu olağanüstü artışın benzer görüntülerine Taksim ile Tünel alanlarını birbirine bağlayan ünlü Cadde-i Kebir’de de (yeni adıyla İstiklal Caddesi) tanık olunuyordu. Normal koşullarda hafta sonları 3 milyon kişiyi ağırlayan 1.7 km uzunluğundaki cadde bir anda sayısı ikiye katlanan insan kalabalığını taşıyamaz olmuştu.

Kısacası, ilginç şeyler yaşanıyordu ve bizler bu yaşananlara tanık oldukça düşünmekten başka bir şey yapamıyorduk. Tam anlamıyla bir “Düşün, taşın, b.tur işin” sorunsalının sarmalına düşmüş, çıkıp kurtulamıyorduk.

Bu arada bizim Cumhuriyet’teki arkadaşların muhaliflikleri de katlanarak derinleşiyordu. Onlara kalsa yaşadığımız, gördüğümüz, tanık olduğumuz her şeyin, her olayın, her durumun tek “müsebbibi” iktidar ve onun uyguladığı ekonomi politikalarıydı. Dillerine bir “küresel kriz” lafı dolamışlar, uzattıkça uzatıyorlardı. Kriz sözde bizi de vurmuşmuş da, fabrikalar kapanıyormuş da, işsizlik artıyormuş da… Buna benzer can sıkıcı, iç karartıcı müzmin muhaliflikler yani.

Oysa Başbakan bambaşka şeyler söylüyordu; artık dünyanın 17., Avrupa’nın da 8. büyük ekonomisine sahip olduğumuzu, ülkemizin artık bir gül bahçesine döndüğünü (O, “Güllük Gülistan” diyor), kendi iktidarlarının kurduğu bu sağlam yapıyı en dehşetengiz gibi görünen krizin dahi sarsamayacağını anlatıyordu. Bunlar iç açıcı, gönül ferahlatıcı güzel sözlerdi. Bizimkiler ise hiç mi hiç inanmıyorlardı bu hoş sözlere.

Dünya kapitalizmini temelinden sarsan küresel bir felaket yaşandığı doğruydu, ne var ki bu felaket (ya da başka bir deyişle kriz) bizi “teğet” geçecekti. Bu da çok doğaldı, çünkü bu iktidar 6.5 yılda öyle bir Türkiye görüntüsü yaratmıştı ki krizin kralı olsa, “Aman burayla işim olmasın,” deyip korkudan sıvışırdı. Başbakanın kastettiği de buydu. Kriz korkutan bir ülkenin evlatları olmuştuk ve biz ondan korkacağımıza o bizden korkmalıydı. Nitekim krizi fena halde korkutmuştuk, tam yaklaşacak gibi olmuştu ki burada olup bitenleri görünce korkudan dili tutulmuş, çareyi tüymekte bulmuştu.

Bizim muhalif arkadaşların göremediği buydu işte. Krizin kaçıp gittiğini bir türlü görmek istemiyorlardı. Onlar hâlâ aynı yerdeydiler, “kriz” diyorlar başka bir şey demiyorlardı. Hele içlerinde biri vardı ki (ad vermek istemiyorum burada, diyelim H.Ç. olsun) fabrikaların, işyerlerinin birbiri ardınca kapanmalarını bile korkusundan bizi teğet geçen o sanal krize bağlıyordu. Ona kalsa yukarıda sözünü ettiğim o olağanüstü kalabalıklaşmanın bile nedeni krizdi.

Oysa üç beş iş bilmez sanayicinin fabrikalarının, bir avuç yeteneksiz esnafın atölyelerinin, dükkânlarının kapanması çok doğaldı. Öyle ya önce işi öğreneceksin, sonra işyerini açacaksın! Bunlar tam tersini yapmışlar ve batmışlardı. Sayıları birazcık fazlaydı; doğal ki bunların sayıları fazla olunca kapıya koydukları mavi tulumlu ve beyaz yakalı çalışanlarının da sayıları fazla olacaktı. Kısacası bu ülkede her şey kendi doğallığı içinde yaşanıyordu. Kapıya konan çalışanların ise mutluluklarına diyecek yoktu doğrusu, kahvede taşlama, İstiklal Caddesi’nde avarelik… Oh, gel keyfim gel!

***

İstanbul’da Kemal Kılıçdaroğlu’na, İstanbul-Kadıköy’de Selami Öztürk’e, Ankara’da Murat Karayalçın’a, İzmir’de Aziz Kocaoğlu’na, İzmir-Konak’ta Hakan Tartan’a, İzmir-Dikili’de Osman Özgüven’e, Eskişehir’de Yılmaz Büyükerşen’e, Antalya’da Mustafa Akaydın’a yerel seçimlerde yürekten başarılar diliyorum.

EKMEK KARNESİ YA DA O ZOR GÜNLER - 22.03.2009


Başbakan, Cumhuriyet Halk Partisi’ni eleştirecek ya, AKP mitinglerinde 1940’lardan kalmış nüfus kâğıtlarının sayfalarını açıp halka “ekmek karnesi” damgalarını gösteriyor. “İşte,” diyor, “bunlar ekmeği bile halka karneyle yedirirler!”

Bu, yakışıksız bir davranıştır.

Neden?

Ekmeğin karneye bağlandığı o günlere bir bakalım, neler olmuş.

***

24 Şubat 1941: Ülkenin iaşe (yedirip, içirme, besleme) işlerini düzenlemek, yönetmek ve kontrol amacıyla, Ticaret Bakanlığı’na bağlı olarak çalışacak “İaşe Müsteşarlığı” kuruldu.

22 Haziran 1941: Almanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni istila etti. Türkiye, Almanya-Sovyetler Birliği savaşı karşısında tarafsızlığını ilan etti.

14 Ağustos 1941: İngiltere ve Sovyetler ortak bir nota ile Montreux Anlaşması'na bağlılıklarını bildirdiler.

07 Aralık 1941: Japonlar ABD'nin Pasifik donanmasını Pearl Harbor'da ani bir baskınla yok ettiler. Böylelikle ABD'de de 2. Dünya Savaşı’nda taraf oldu.

11 Aralık 1941: İtalya ve Almanya, ABD'ye resmen savaş ilan ettiler. Cephe genişliyor, savaş iyice kızışıyordu.

17 Aralık 1941: Türkiye genelinde, ekmeğin "karne" ile dağıtılmasına karar verildi. Karne ile ekmek dağıtımına Ocak ayında başlanırken; aile reislerinden alınan beyannamelere göre herkese, adına düzenlenmiş bir "ekmek karnesi" verildi.

25 Aralık 1941: Buğday Koruma Vergisi kaldırıldı. İstanbul çevresinde yetiştirilen yulaf, buğday ve arpaya devlet tarafından el konuldu.

***

Dünya, 50 milyon insanın ölümüyle son bulacak, tarihin en kanlı savaşının ortasındadır. Türkiye, bu küresel kıyımın dışında kalma çabası içindedir. Türkiye, savaşın içinde doğrudan yer almadığı halde “savaş ekonomisi” uygulamak zorunda kalmıştır. Savaş boyunca yarı seferberlik havası zorunlu olarak sürdürülmüş, yetişkin nüfusunun uzun dönem askere alınması üretim hacminde düşmelere neden olmuştur. Savaş öncesinde başlayan planlama çalışmaları ve sanayi yatırım programları, savunma harcamalarının bütçeye egemen olması nedeniyle ertelenmiş, bu yıllarda yeni yatırımlara girişmek yerine mevcut yatırımlarının korunup işletilmesi temel politika olarak benimsenmiştir.

Tarımsal üretimin yarı yarıya düştüğü koşullarda ekmek de, patiska da, ayakkabı da 3 nisan 1939-9 temmuz 1942 arasında görev yapan 2. Refik Saydam hükümeti tarafından karneye bağlanmıştır.

“Karne”, o günün koşullarında kaçınılmaz olarak alınması gereken bir önlemdi.

***

Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetimindeki uygulamalarını savunmak bana düşmez. Fakat doğruya “doğru”, yanlışa da “yanlış” demek bir Cumhuriyet yazarının sorumluluğudur.

Başbakanın bir Cumhuriyet Hükümeti’nin 1940’ların zor koşulları altında almak zorunda kaldığı bir önlemi 68 yıl sonra seçim mitinglerinde karşı propaganda malzemesi olarak kullanması yakışık almayan bir davranıştır.

Başbakan öyle şeyler yapıyor, öyle şeyler söylüyor ki insan nasıl tepki göstereceğini bilemiyor.


“BALBAY ÇIKACAK, YİNE YAZACAK!” - 15.03.2009

Böyle sesleniyorlardı gazetemizin avlusunda toplanan, sayıları giderek artarak sokağa taşan okurlar. Ellerinde pankartlar, Cumhuriyet’ler, Mustafa Balbay’ın fotoğrafları vardı. Orada bulunmalarının nedeni yalnızca protesto değildi; avlunun içinde sonu gelmeyen uzun bir kuyruk oluşturmuşlar, yapının içindeki dayanışma eyleminin bir parçası olmak, alacakları Balbay kitaplarını imzalatabilmek için sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı.

12 mart 2009, Türkiye’nin demokrasi tarihinde önemli bir gündü. Yıllar sonra bile insanlar geriye dönüp baktıklarında o günü anımsayacaklar, “Müthiş bir gündü,” diyeceklerdi.

Gerçekten de yakın tarihimizde benzeri görülmeyen bir demokratik dayanışma eylemiydi o gün ortaya konan.

Yazılı basınımızın onlarca usta kalemi birer ikişer geliyorlar, avludaki Cumhuriyet okurlarının coşkulu alkışlarının eşliğinde binaya giriyorlardı. İçeride ancak on altı kişinin sığabileceği bir imza masası hazırlanmıştı, dönüşümlü olarak masaya geçiyorlar, önlerinde birikmiş okurların uzattıkları kitapları imzalıyorlardı.

Mustafa Balbay adına 10-15 yazar tarafından imzalanan kitapların içerdiği manevi değer okurları bir-iki kitap yerine 4-5 alıp imzalatmaya yöneltmişti; Cumhuriyet Kitapları’nın çalışkan yöneticisi Fazilet Kula ve arkadaşları okurlara kitap yetiştirmek için sürekli koşuşturuyorlardı. Bu dayanışma şöleni de Fazilet Kula’nın fikriydi.

12 mart 2009, Perşembe unutulmayacak bir gündü.

***

Meslektaşlar arası bir dayanışma etkinliği olmanın yanı sıra bu imza günü demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere olan inancın somut bir güç birliğine dönüşmesiyle ayrı bir anlam kazanmıştı. Çeşitli gazete ve televizyon kanallarından köşe yazarları ve yorumcular, günlük mesleki uğraşlarında birbirlerine karşı sürdürdükleri polemikleri, birbirlerine yönelttikleri eleştirileri bir yana bırakmışlar, yazılarına yansıyan düşüncelerini paylaşmasalar da bir haksızlığa uğradığına inandıkları tutuklu bir meslektaşlarıyla dayanışmak için bir araya gelmişlerdi.

Bu, aydınlar arasında son yıllarda yok olmaya yüz tutan “uzlaşı kültürünün” yeniden canlandırılabileceğini göstermesi açısından önem taşıyordu.

Farklı siyasal görüşlerden altmışın üzerinde köşe yazarı ve televizyon yorumcusunun sergilediği dayanışma, aydınlık bir Türkiye özlemi çeken herkesin içini aydınlatan, geleceğe ilişkin bir umut ışığıydı.

Türkiye’nin üzerine çöken karabulutlar dağıtılabilirdi.

Cumhuriyet okurları, var güçleriyle “Balbay çıkacak, yine yazacak!” diye seslenirlerken karabulutların “mutlaka” dağıtılacağına ilişkin umutlarını dile getiriyorlardı.

***

Dünyanın hiçbir demokratik hukuk devletinde bir gazetecinin, bir yazarın kendisinin bilgisayar belleğinden sildiği notlarının uzmanlar eliyle yeniden görüntülenmesi sonucu elde edilen verilerin bir iddianamede delil olarak değerlendirilmesi gibi “tuhaf” bir duruma rastlamak olası değildir.

Böyle bir durum bir polisiye yazarının notlarından yola çıkarak onun bir cinayet planlayan “katil adayı” ya da Ortadoğu üzerine bir roman hazırlığında olan bir yazarın notlarına bakarak onun bir “terörist” olduğu gibi akıllara seza sonuçlar doğurmaz mı?

Eğer Türkiye bir hukuk devleti ise Mustafa Balbay da kısa zamanda özgürlüğüne kavuşacaktır.

Cumhuriyet okurları doğruyu sesleniyorlar.

Mustafa Balbay çıkacaktır, yine yazacaktır.