22 Nisan 2009 Çarşamba

DALGALAR, DALGAKIRANLAR VE İZMİR - 22.04.2009

İstanbul’un Anadolu yakasında oturduğumuz çocukluk yıllarımda dalgaların benim için “büyük” önemi vardı. Moda’dan Mühürdar’a inip Kadıköy iskelesine doğru yürürken gözlerim hep denizde olurdu. Kimi günler deniz coşar, kabarır, yükselerek karaya vuran dalgalar hışırtılı sesler çıkartarak kayalarda patlar, sonra ardında beyaz köpükler bırakarak geri çekilirdi. Dalgaların çekilmesinin kısa bir süre için olduğunu bilirdim; dalga çekilir, güç toplar, bu kez çoğalarak, daha da yükselerek, bir şeyden, bir şeylerden öç almak istercesine öfkeyle, hışımla geri dönerdi. Her geri dönüş yeni bir patlama demekti.

Böyle lodoslu günlerde umutlanır, iskeleye yaklaştıkça içimi bir heyecan kaplardı. Bakardım, eğer iskelenin önündeki alanda olağanüstü bir kalabalık birikmişse derin bir “oh” çekerdim. Kalabalık, “aşırı lodos nedeniyle vapur seferlerinin tatil edildiği” anlamına gelirdi ki, bu da o gün “zorunlu” olarak okulun asılacağı, iskelede arkadaşlarla bir grup oluşturup soluğun bir pastanede, bir “tilt” ya da “langırt” salonunda alınacağı demekti. İstanbul’un o köprüsüz yıllarında dalgalar, Anadolu yakasında oturan, ama okulları Avrupa yakasında bulunan öğrencilerin “okul mu, sokak mı” ikilemindeki kesimi için hınzırca bir umuttu.


***

Ne var ki bu “umut” her zaman gerçeğe dönüşmezdi. Şehir Hatları vapurlarının deneyimli, yürekli kaptanları yolcuları karşıya taşımak için ve bizlerde oluşan düş kırıklığının hiç farkında olmaksızın mesleki becerilerini ortaya koyarlar, ulaşım gecikmeli de olsa sağlanırdı. Lodosun şiddetle estiği, denizin hışımla kabardığı günlerde kaptanlar için yolun en riskli bölümü geminin manevra yaptığı iskele önüyle Kadıköy-Haydarpaşa arasında kalan bölümdü. Vapur, kaptanının becerisiyle bu yolu aşıp Haydarpaşa dalgakıranının korumalı bölgesine girdi mi sular birden dinginleşiverirdi. Biz bu uzun dalgakırandan “umutkıran” olarak söz ederdik aramızda.

Öğrencilik dönemini geride bıraktığım yıllarda dalgakıranları sever oldum. Hangi kıyı kentine, kıyı köyüne gidersem gideyim, gözlerim önce bir dalgakıran arar. Karayla bağlantısı olan yerlerde en keyif aldığım şeylerden biri de dalgakırana çıkmak, üzerinde dolaşmak, ucundaki fenerin dibinde oturup denizi seyretmektir. Hele hava biraz da lodosluysa, dalgaların köpüklü kırılışlarını izlemek bana büyük zevk verir; belki ıslanacakmışım, olsun varsın.


***

14. İzmir Kitap Fuarı nedeniyle bir haftadır İzmir’deyim. Geçen Cumartesi başlayan ve önümüzdeki Pazar akşamına kadar sürecek olan fuar çocuk, genç, yaşlı, erkek, kadın on binlerce İzmirliyle dolup taşıyor.

İzmir, doğası, yapısı, insanlarıyla kendine özgü bir kenttir. Ege’nin 5000 yıllık aydınlığı insanlarının yüzüne yansır. Bu kentin genç kızlarının, kadınlarının güzelliğinde, erkeklerinin yakışıklılığında, çocuklarının acarlığında, yaşlılarının dinçliğinde hiç kuşkusuz bu aydınlığın önemli payı vardır.

Dün sabah Pasaport’ta bir kahvede oturup demli bir çay eşliğinde “boyoz” yer, karşımdaki dalgakıranları, deniz fenerlerini, altıda oturanları seyrederken aklıma geldi yukarıda yazdıklarım. Sonra, “Bu kentin bizzat kendisi bir dalgakıran” diye bir tümce düştü dilime. O sırada önümden genç bir çift geçiyordu, kollarını birbirlerinin beline dolamışlardı, oğlan kızı öpüverdi birden, kız işveli edalı kikirdedi hafifçe. “Varsın, sana ‘gâvur’ desinler güzel kent, sen hep böyle kal” diye mırıldandım.

Sonra Recep Tayyip Bey’in AKP örgütüne “İzmir’i isterim” buyruğu geldi aklıma, güldüm. Beklediğim gibi olmuş, İzmir karanlığa teslim olmamıştı. İzmir’in aydınlık beyinli, aydınlık yürekli insanları oylarını aydınlıktan yana kullanmışlardı. İzmir, kabarmaya, yükselmeye, aydınlığı karartmaya çalışan koyu dalgaların karşısına bir dalgakıran gibi dikilmişti. Aynı zamanda dalga dalga gelen Ergenekon hoyratlığına da.

Başta Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Aziz Kocaoğlu olmak üzere İzmir dalgakıranını taş üstüne taş koyarak yükselten herkesi, tüm aydınlık yüzlü İzmirlileri kutluyorum.

Hiç yorum yok: