28 Eylül 2008 Pazar

BAYRAM - 01.10.2008


Dün bayramdı; biz yaştakiler bu bayramı Şeker Bayramı olarak bellemiştik, şimdilerde Ramazan Bayramı diye de anılıyor. İlk kutlanışından bu yana geçen 505 bin 160 günde doğrusunu diyememek kuşkusuyla, “Ramazan mı yoksa Şeker mi doğru, acep hangisi?” sorusuyla başlayan ve son günlerde alevlenen ad tartışmalarına kulaklarımı tıkadım, 1384 yıldır bulunamayan yanıtın üç günde bulunacağına inanmıyorum çünkü. Hem ‘Ramazan’ olsa ne çıkar, ‘Şeker’ olsa ne çıkar?

Kutlayanlar neyi kutladıklarını bilmiyorlar mı?

Çocukluk yıllarımın en güzel iki bayramından biriydi Şeker Bayramı. “Öbürü hangisiydi?” diye siz sormadan ben söyleyeyim. Cumhuriyet Bayramı’ydı. O yıllarda Taksim Alanı’nda düzenlenen geçit törenleri, askerler, bando mızıka, tanklar, renkli sular, bayraklar çok hoşuma giderdi. Şeker Bayramı’nın ise yeri daha başkaydı, bu başkalıkta en büyük payın aldığım armağanlarda olduğunu söylemeliyim.

Babam eğer denizde/seferde değilse mutlaka bayram namazına gittiğinden beni de yanında alır, sabah erkenden kalkılıp Fındıklı yamacında bulunan Cihangir Camisi’nin yolu tutulurdu. Ayaklarımda uyandığımda yatağımın ayakucunda bulup sevinçle giydiğim yeni ayakkabılarım olurdu. O yıllarda Cihangir’in Müslüman nüfusu parmakla gösterilecek kadar az olduğundan Bayram namazına gelen erkeklerin çoğu birbirini tanırdı. İmam ile müezzin cemaati cami kapısında karşılarlar, gelenlerin ellerini sıkarlardı. Avluda bayramlaşmak, bayramlaşırken karşısındakiyle bir çift söz etmek, hal hatır sormak bir mahalle geleneğiydi. Çocuklar o günün ilk şekerlerini, “Namazdan sonra yersin,“ diye tembihleyen Hoca’nın elinden alırlardı.

Çocuk olduğumuzdan bize öyle mi gelirdi yoksa gerçekten öyleler miydi, bilemiyorum, geride bıraktığım her yıl biraz daha özlediğim o eski, güzel yıllarda imamlar, müezzinler, hocalar sakallarına aklar düşmüş, güler yüzlü, sevecen, gözleri sıcak bakan insanlar olurlardı.

Tüm aile büyüklerim gibi babam da, annem de Ramazan ayı boyunca oruç tutarlar, o ay evimizde içki içilmezdi. Bayram akşamları akraba, eş dost ziyaretleri sona erdikten sonra hayat yeniden normale döner, rakı, bira ya da şarap tekrar masadaki yerlerini alırdı. Kimsenin kimseyi yiyip içtiğine bakarak değerlendirmediği, hele inançları üzerinde fikir yürütme, hüküm verme hakkını kendinde görmediği, bunun ayıp sayıldığı yıllardı.

Babamın ağabeyi, amcam Faik Kavukçuoğlu, İslami konularda yazdığı kitaplar, yayımladığı dergilerle tanınan bir insandı. Örneğin, ‘Süleyman Fâhir’ müstear adıyla Ayıntabi Mehmet Efendi’nin ‘Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri’ yapıtının dilini sadeleştirerek Latin harflerine çevirmişti; aynı zamanda da ‘Tam Namaz Hocası’, ‘Büyük Dua Kitabı’ gibi kitapların yazarıydı. Onun gibi, yakın bir aile dostumuz ve zamanının önde gelen duahanlarından biri olan Hafız Mecit Sesigür de Ramazan ayı dışında şarap içmekte bir beis görmezdi.

Mahalle komşularımız olan Rum, Ermeni, Musevi dostlarımız ziyaretlerini genellikle Bayram’ın ikinci, üçüncü günü yaparlardı. Bayram’ın vazgeçilmezi olan akide şekerinin, bonbonların, badem şekerlerinin, lokumların yanı sıra bu komşularımızın getirdikleri ev yapımı kurabiyeler, tarçınlı kekler, bisküviler o neşeli günlerimize ayrı bir çeşni katardı.

O güzel insanlar ne yazık ki gittiler, gitmeye zorlandılar.

Geçen yıllar içinde kent de, kentin insanları da değişti. Siyaset din üzerinden yapılır olunca insanların giyim kuşamları, yiyip içmeleri de baskı araçlarına dönüştü. Öyle ki Modalılar tam 10 haftadır her cuma akşamı bıkmadan, usanmadan Moda İskelesi lokantasına konan içki yasağına karşı direnç etkinlikleri düzenliyorlar. Başbakan da buna karşı AKP’nin ilçe kongrelerinde ‘yiyip içme’ üzerine vaazlar veriyor, geriye dönüşe, bireysel özgürlüklerinin kısıtlanmasına karşı direnme haklarını kullanan yurttaşları, Modalıları ‘dünyayı şişenin içinde görenler’ diye niteliyor.

Nereden nereye gelmişiz…



Hiç yorum yok: