Barış Günü’nün kutlandığı 1 eylül pazartesi günü önce Uluslararası PEN Türkiye Merkezi, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği’nin saat 17.00’de Taksim Alanı’nda, tramvay durağında ortaklaşa düzenledikleri basın açıklaması etkinliğine, sonra da Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nun düzenlediği, saat 18.30’da başlayan Tünel Meydanı-Galatasaray arasındaki Barış Yürüyüşü’ne katıldım.
PEN gibi zaten üyesi olduğum derneklerin etkinlikleri dışında uzunca bir zamandır ülkemiz ve toplumumuz için gerekli/yararlı gördüğüm miting, gösteri, oturum, yürüyüş vb etkinliklere de “Düzenleyicisi kimdir?” diye üzerinde uzun boylu düşünmeden katılıyorum. İçinde bulunduğumuz dönemde kamuya açık bu tür etkinliklerin ardında “Acaba şu örgüt ya da kuruluş mu var? Öyleyse orada benim işim yok, çünkü dış kapının dış mandalının kuramsal değerlendirmesi konusunda ters düşüyoruz!” türünden gerekçeler bana kolaycılık, tembellik, bahanecilik gibi geliyor. Gün, ‘bir şeyler yapmak günü’ ve kim iyi bir şeyler yaparsa desteği hak ediyor, diye düşünüyorum.
Fakat yukarıda yazdıklarımla arasında doğrudan bir ilişki de olsa üzerinde durmak istediğim konu bu değil.
Yazar örgütlerinin ortaklaşa basın açıklamasının içeriği, yazarların gelecek yılki ‘Emek ve Dayanışma Günü’nü emekçilerle birlikte Taksim Alanı’nda kutlamak amacıyla yazar Leyla Erbil’in başkanlığında kurulan ‘1 Mayıs 2009 Yazarlar Komitesi’nin çalışmalarını kamuoyuna duyurmaktı. Yazar örgütleri tarafından üyelerine duyurulan ve kaleme alınan açıklamanın yazar Latife Tekin tarafından okunduğu bu etkinliğe katılanların sayısı 27 idi. Yüzlerce yazarın yaşadığı İstanbul’da düzenlenen bu etkinliğe katılan 27 kişi içindeki yazar sayısı ise 15’i geçmiyordu.
Taksim’deki etkinlikten hemen sonra Tünel Meydanı’na geldiğimden yürüyüşün başlayacağı saate kadar olan 50 dakikalık zamanımı geçirmek için arkadaşım Faruk Şüyün ile birlikte meydandaki cafelerden birine oturduk. Önce ikişer üçer sivil polisler gelmeye başladılar. Onları kullandıkları gri renkli Hyundai marka otomobillerinden tanıyorduk. Kendileri de kimliklerini gizlemek için hiçbir çaba göstermiyorlardı zaten.
Saat 18.00 oldu, fakat ortada göstericilerden pek kimse yoktu. O sırada bizi görüp yanımıza gelen bir arkadaşımıza, İstiklal Caddesi ile Galip Dede Caddesi’nin birleştiği köşede sayıları giderek artmış olan sivil polis grubunu göstererek, “Böyle giderse polis sayısı gösterici sayısını aşacak,” dedim. “Saat 18.30 olsun, kalabalık toplanır,” diye yanıt verdi arkadaşımız.
Gerçekten de çok geçmeden ellerinde bayraklarla, dövizlerle 150-200 kişilik bir kalabalık toplandı ve tam vaktinde Galatasaray’a doğru yürüyüşe geçildi.
Her iki etkinlikteki katılımcı sayısının azlığı karşısında, ne yalan söyleyeyim, hüzünlendim. Etkinlikleri düzenleyen kuruluşlardan hiçbirine eleştirim yok, hepsinin de duyuru-tanıtım bağlamında ellerinden geleni yaptıklarına inanıyorum.
Eleştirim, her olanakta demokrasiden, özgürlükten, emekten, barıştan söz eden, fakat bu tür etkinliklerden bin bir bahane/mazeret bulup uzak kalanlaradır.
Irak, Afganistan, Ortadoğu, Kafkaslardaki çatışmalar, gerilimler sürerken, boğazlarımızdan her gün yeni bir ABD savaş gemisi Karadeniz’e açılırken, Güneydoğu’da silahlar karşılıklı ateş kusarken, milliyetçilik ve ırkçılık tırmandırılır, kardeş halklar birbirine düşman edilirken on binler, yüz binler şimdi sokağa dökülmeyecekse ne zaman dökülecek? Barışa bugün sahip çıkmazsak ne zaman sahip çıkacağız?
İş işten geçtikten sonra mı?
Baskılar, darbeler, dayatmalar, kötü iktidarlar… yine de son çözümlemede hayatı kuran, düzenleyen insandır. Ne var ki özlenen gelecekler, yaşanmaya layık hayatlar, kavgasız, savaşsız dünyalar ancak mücadeleyle kurulur.
Yaşanan hayata duyarsız kalan insan yaşanacak hayatı da kurabilir mi? Buraya bir not olarak düşeyim dedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder