5 Ağustos 2008 Salı

DURUM VAHİM - 06.08.2008

Yıl 1954. Ayını da gününü de anımsamıyorum; o zamanlar Cihangir’de oturuyoruz, “Taksim’e çıkayım” dedim. Ama ne mümkün? Sıraserviler Caddesi tıka basa insan dolu, herkesin elinde bayraklar, pankartlar, dövizler… Bağırış çığırışlar, müthiş bir uğultu. Tek anladığım, Kıbrıs diye bir yer olduğu ve orası neresiyse Türk kalması gerektiği, bir de her türlü kötülüğün başını, hem kızıl hem de kara olan, aynı zamanda da hiç durmadan cinayet işleyen Makarios adında bir papazın çektiği ve mutlaka kahrolması. 11’imi daha doldurmamışım, korkudan Aslanyatağı Sokağı’nın başında kalakaldım. Eve döndüm, anneme gördüklerimi anlattım. Neyse, on dakikalık bir konuşmadan sonra ‘devlet ve milletçe’ Kıbrıs diye bir sorunumuz olduğunu anlar gibi olmuştum.
Aradan bir yıl geçti, 6-7 eylül günlerinde birtakım azgın kalabalıklar İstanbul’daki Müslüman olmayan azınlıkların evlerine, işyerlerine, ibadethanelerine saldırıp yağmaladılar, alıp götüremediklerini parçaladılar. Resmi verilere göre, İstanbul’da ilk, orta ve lise derecesinde 32 Rum ve 8 Ermeni okulu tahrip edilmişti. İstanbul’da 74 kilise vardı. 70’i aynı zamanda yakılıp yıkılmıştı. Kiliseler dışında bir Havra, 8 Ayazma, 2 Manastır, 3 bin 584’ü Rumlara diğeri Ermeni ve Musevilere ait 5 bin 538 gayrimenkul tamamen yakılmıştı. Bu olay karşısında en sık duyduğum, “Durum vahim” sözcükleriydi.

Aradan 57 yıl geçti ve geçen yıllarla birlikte bu sözcükler ikiye, beşe, ona katlanarak kullanılır oldu. 6-7 Eylül 1955 olayları 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda dava konusuydu. Mahkeme bu olayların ‘devlet eliyle’ düzenlendiğini saptayarak içlerinde devrik Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun da bulunduğu 11 kişinin yargılanmasına karar verdi. Ne var ki bu vahim durum içinde ondan daha da vahim bir durum vardı. Olayların başlamasına Atatürk’ün evine bomba atılması ve bu ‘menfur hadise'nin, Mithat Perin’in Demokrat Parti yanlısı İstanbul Ekspres gazetesinin özel baskısıyla duyurulması neden olmuştu. Bombayı atanlar Yunan polisi tarafından tutuklanmıştı. İki kişiydiler, işledikleri suçun sabit olması gerekçesiyse yargılanıp hapse mahkûm olmuşlardı. Bunlardan biri Türkiye’ye kaçmıştı, Yüksek Adalet Divanı Başsavcısı Altay Ömer Egesel tarafından davaya dahil edildi, fakat ne olduysa(!) aklandı.

Biz, bu ülkenin yurttaşları bu ‘ne olduysa’ durumunu ancak uzun yıllar sonra Gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun 1991 yılında Özel Harp Dairesi eski Başkanı Em. Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile Tempo Dergisi için yaptığı bir röportajdan öğrendik. Em. Orgeneral, 6-7 Eylül 1955 olaylarının “Özel Harp Dairesi’nin başarıya ulaşmış mükemmel bir işi olduğunu” söylüyordu. Yunan Yargısı tarafından yargılanıp cezaya çarptırılan, fakat Yüksek Adalet Divanı tarafından aklanan kişi ise bu arada devlet tarafından okutulmuş, emniyet örgütüne alınmış, emniyet müdürlüğüne kadar yükselip oradan da bir kente vali olarak atanmıştı.

Belki bu kişinin adını niçin vermediğimi merak etmişsinizdir; 10 yıl önce bir yazımda vermiştim, o kişi hakkımda dava açtı, yargılandım, iş Yargıtay’a kadar gitti, fakat sonunda elimdeki onca belgeye ve Özel Harp Dairesi eski Başkanı Em. Org. Yirmibeşoğlu’nun, “Bizim işimizdi,” deyip, ad da vermesine karşın o kişi Yüksek Adalet Divanı’nda aklanmış olduğu için para cezasına mahkûm oldum. Bir kez daha mahkûm olmaktan korktuğum için adını vermiyorum.
O günden beri Yüksek Adalet Divanı’ndan başlayarak, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi ‘özel mahkemelerin’ adil karar verebileceklerine inanmıyorum. Yargıtay’ın bir özel mahkeme kararına dayanarak bir suçluyu aklaması yürürlükteki hukuk düzenine olan inancımı sarsıyor.

Sayın Savcı Zekeriya Öz’e de, gerçekten ‘derin devlet’i ortaya çıkarmak gibi bir niyeti varsa Ümraniye bombalarından İlhan Selçuk’un, Mustafa Balbay’ın odalarına değil de 1955 yılında ilk ‘mükemmel’ eylemini yapan odaklara uzanmasını öneriyorum.













Hiç yorum yok: