31 Ağustos 2008 Pazar

BUGÜNLERE NASIL GELDİK? - 31.08.2008

4 şubat 1949 günü bir ‘meczup’ Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ezan okumaya kalkıştığında ben henüz 6 yaşımı doldurmamıştım. Biliyorsunuz, TBMM ya da Anıtkabir’de ezan okuyan, Kuran gösterenlere ya da Atatürk anıtlarına çekiç, balyoz, kazma gibi aletlerle saldıranlara ‘resmi dil’de ‘meczup’ deniyor. İşte çok partili dönem tarihimize geçen bu ilk ‘meczup’ olayından 11 gün sonra muhalefetteki Demokrat Parti’den bir grup milletvekili tarafından ‘isteğe bağlı olarak ilkokullarda din dersi okutulması’ önerildi. Toplum bu öneriyi masum bir istek olarak algıladı; öyle ya sonuçta ‘Müslüman bir ülkede’ yaşıyorduk.
Oysa Demokrat Parti kurulduğu 7 ocak 1946 tarihinden itibaren izlediği din üzerinden siyaset yapmak üzerine kurulmuş stratejisinin olumlu sonuçlarını, dolayısıyla da tadını almaya başlamıştı. Bu arada Cumhuriyet Halk Partisi de boş durmuyordu. O da DP’nin toplumun dinsel duygularını kaşıyarak, özellikle kırsal kesimden yandaş kazandığını görmüş, atını aynı kulvarda koşturmaya başlamıştı. 1 mart 1950 günü, Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 sayılı yasayı yürürlükten kaldırdı. ‘Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar’ Milli Eğitim Bakanlığı’nca halka açıldı. Açılan türbe sayısı ilk aşamada 19’du.
Ne var ki CHP yarışa geç katılmıştı, 14 mayıs 1950 günü DP iktidara geldi ve 15 gün sonra (29 mayıs) Başbakan Adnan Menderes’in ağzından, yalnızca "Millete mal olmuş inkılaplarımızı saklı tutacağız," diyerek ‘laiklik karşıtı eylemlere’ ilk yeşil ışığı yaktı. 16 haziranda ‘ezanın Arapça okunması’, 5 temmuz günü de ‘radyoda dini program yayınlanması’ yasağı kaldırıldı. 21 ekim 1950 günü Milli Eğitim Bakanlığı ilkokullarda din dersinin zorunlu olduğunu duyurdu; çok geçmeden, 1 aralık 1950’de ‘Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar’ hakkında 23 Eylül 1931 tarihli ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırılarak Kuran kurslarının ve İmam Hatip Okullarının önü açıldı.
Türkiye’de ekonomik, sosyal, siyasal hiçbir olay, hiçbir gelişme sürpriz değildir; ne yaşamışsak, ne yaşıyorsak tümü de egemen sınıfların iktidarları tarafından inceden inceye hesaplanarak dayatılmıştır. Kökleri Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar uzanan ve 1925 Takriri Sükun Kanunu ile önünün kesilmesine çalışılmış olan dincilik de yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi kendini saklamaya gerek duymaksızın gelişip güçlenerek günümüze kadar gelmiştir. Öyle ki bugün Türkiye’yi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi, iktidarını, ‘laikliğe karşı eylemlerin odağı’ olarak sürdürmektedir.


Günümüzün soldan dönme liberallerinin ‘demokratlığını’ yere göğe sığdıramadıkları DP’nin ‘icraatı’na bir kez daha dönelim.

Başbakan Adnan Menderes 1956 yılında Konya’da halka yaptığı bir konuşmada ‘ortaokullara seçmeli olarak din dersi konacağını’ açıkladığında büyük alkış almıştı. Aynı yılın 13 eylülünde bunu gerçekleştirdi. Bir yıl sonra Ödemiş’te yaptığı bir meydan konuşmasını şu sözlerle bitirecekti: “Allah, münafıkların şerrinden hepimizi korusun!” 19 mayıs 1957 günü Kayseri’de halka, "DP'nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15.000 cami inşa edildiği ve başta Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığı, Süleymaniye'nin 500'üncü yıl dönümünü kutlamak için Müslümanların İstanbul'a davet edileceği" müjdesini verdi. 1957-1958 ders yılında bu kez de liselere seçmeli din dersi kondu ve bir yıl sonra din dersi öğretmeni yetiştirmek üzere ilk Yüksek İslam Enstitüsü açıldı.
Aydınlı bir toprak ağası olan Adnan Menderes’in ilginç bir demokrasi anlayışı vardı; DP Meclis Grubu’nda yaptığı bir konuşmada, “Eğer siz isterseniz Hilafeti bile geri getirirsiniz!” diye haykırarak kendisini hayranlıkla dinleyen DP milletvekillerini coşturmuş, grup salonunun duvarları alkışlarla sarsılmıştı. Bir keresinde yine heyecanı kabarmış, “Odunu aday göstersem milletvekili seçilir!” deyince bunun ne anlama geldiği anlayanlar gibi anlamayanlar da kendisini avuçları patlayana kadar alkışlamışlardı.
Bu yazıyı Ankara, Keçiören’de dükkânında içki sattığı için ‘alkol zaptiyesi’ tarafından dövülüp hastanelik edilen tekel bayii yurttaşımızla Moda’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü ‘iskeleyi alkolden arındırma harekâtı’na bağlayacaktım. Fakat malzeme yığılınca altında kaldım, başaramadım. Affınıza sığınıyorum.
(Fotoğraflar -Yukarıdan aşağıya -: Anıtkabir'de soyunan bir meczup güvenlik güçleri tarafından götürülüyor; yine Anıtkabir'de yakalanan bir meczup; Başbakan Adnan Menderes sürgünden dönen Saidi Nursi'yi İsparta'da karşılarken; 21.yüzyıl Türkiye'sinden kadın manzaraları 1; 21. yüzyıl Türkiye'sinden erkek manzaraları 2; Keçiören'de Belediye ekipleri tarafından kaşı-gözü patlatılan tekel bayii doktor muayenesinde; İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından alkolden arındırılan Moda iskelesi)

26 Ağustos 2008 Salı

MODA İSKELESİNİ KURTARMAK - 27.08.2008


İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait bir kuruluş olan Beltur, Hidiv Kasrı, Malta Köşkü, Sarı Köşk, Beyaz Köşk, Pembe Köşk, Çadır Köşkü, Küçük Çamlıca Köşkü gibi tarihi mekânlardan oluşan ve rakı, şarap, bira türünden ‘murdarlıklardan’ arındırılarak Müslümanlaştırılmış tarihsel ‘aş-şerbet’ evleri zincirine Moda İskelesi’ni de kattı. Bundan böyle Modalılar ve Moda’yı sevenler, 1916-1917 yıllarında Mimar Vedat Tek tarafından yapılmış, semtin simgelerinden biri olan ve bir süre öncesine kadar içkili cafe/lokanta olarak işletilen bu yapıda Kalamış Koyu’na, Fenerbahçe Burnu’na, Prens Adaları’na bakarak demlenemeyecekler.

Şimdi bana, “İlle de içki mi olmalı?” diye soracak olursanız, yanıtım, “İçinde bulunduğumuz koşullarda kesinlikle evet!” olacaktır. Çünkü içki içip içmemek bireyin kendi özgür istencine bağlı bir karardır, kişiseldir. Ve hiçbir demokratik ülkede bireylerin bu türden seçimleri kamu tarafından dayatılmaz, dayatılamaz.
Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi tarafından karara bağlanmış AKP iktidarı ise denetimindeki yerel yönetimler aracılığıyla toplumu biçimlendirmekte, bireylerin özgürlüklerini kendi dünya görüşü doğrultusunda kısıtlamakta, yurttaşların istençlerine müdahale etmekte, toplumdaki alışılageldik davranışları ‘İslâmi denetim’ altına almaktadır.

İçen gibi içmeyene de, örtünen gibi örtünmeyene de aynı saygıyı gösteren laik-demokratik kesim ise tüm bu gelişmeleri derin bir sessizlik içinde izliyor. Bu kesim sessiz kaldıkça dinciler, her geçen gün biraz daha elverişli duruma gelen dikensiz gül bahçesi ortamında diledikleri gibi at koşturuyorlar.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Moda İskelesi’ni ele geçirmesiyle birlikte ‘aş-meşrubat’ mekânını kâfirlerden temizlemenin yanı sıra benzerine pek rastlanmayan bir uygulamayla denize uzanan rıhtım üzerinde ‘serbest dolaşımı’ da yasakladı, iskeleyi mızraklı demir parmaklıklarla kapattı. Modalılar ve Moda’yı sevenler rıhtım üzerinde artık ‘ahlak zaptiyesi’nin üzerlerini aramasına, çantalarını karıştırmasına razı olduklarında dolaşabiliyorlar. Eskaza ‘ahlak zaptiyesi’ üzerinizde ya da çantanızda ‘alkol’ bulacak olursa, “Geçmek yasak!” diyor.

Dinciler, ‘mağdur’u oynamayı iyi beceriyorlar. Rollerini başarıyla oynadıkça laik-demokratik kesim de giderek ‘hoşgörü şapşalı’ durumuna düşüyor. Bir insanın, özgürlüklerini kısıtlayanlara, yaşam alanlarını daraltanlara, ayaklarını bastığı zemini oyanlara hoşgörü adına durmaksızın ödün vermesine ‘şapşallık’tan başka bir sıfat bulamıyorum.

Moda İskelesi’ne karşı girişilen bu ‘İslâmi fetih harekâtı’na sessiz kalınmamalıdır. On yıllarca nice sevgilere, aşklara, coşkulara tanıklık etmiş bu şirin iskele İBB Başkanı Sayın Kadir Topbaş’ın muhallebi dükkânı değildir. Alkol yasağının, ‘ahlak zaptiyesi’nin bu iskelede yeri olmamalıdır. Modalılara ve Moda’yı sevenlere yönelik bu aşağılamaya derhal son verilmelidir.

Birkaç haftadır, dinci dayatmaları içine sindiremeyen bir grup duyarlı Modalı her Cuma akşamı saat 21.00’de ayak basmalarına ‘ahlak zaptiyesince’ izin verilmeyen rıhtımın başında toplanıp müzikli, şenlikli protestoda bulunuyor. Çoğunluğu gençlerden oluşan bu grubun girişimini desteklemek Moda’nın karartılmasına gönlü razı olmayan her İstanbullunun boynunun borcudur. Özellikle Buket Uzuner, Tarık Günersel, Ahmet Cemal, İbrahim Çiftçioğlu, Cüneyt Akalın, Enis Fosforoğlu gibi Moda’da oturan edebiyatçılarımızın, sanatçılarımızın, bilim insanlarımızın destekleri bu direnişe güç katacaktır.

Eğer siz de “Artık yeter!” demenin zamanının geldiğine inananlardansanız, 29 ağustos Cuma günü saat 21.00’de Moda İskelesi’nde buluşalım. Dilerseniz yanınıza içkinizi de alabilirsiniz. Velev ki simge olsun…

23 Ağustos 2008 Cumartesi

SUSURLUK ERGENEKON'UN NERESİNDE? - 24.08.2008


Hangi gazeteydi, anımsamıyorum, ama ‘Mart 2002’ diye not almışım, Fikri Sağlar, Susurluk Komisyonu’nun çalışmalarına ilişkin olarak basına bir açıklama yapmıştı.
"Biz komisyonda çok ciddi bir çalışma yaptık. 57 kişi gelip bilgilerini aktardılar. Üç kişi gelmedi. Bunlardan biri emekli, diğeri o zaman görevde olan paşaydı. Bu kişiler en önemli bilgileri taşıyan insanlardı. Bunların sonrasında verilen bilgiler ışığında sonuca doğru gitmede bilgilerine başvuracağımız ve belki de kilidi çözecek olan bir karar almıştık. Tansu Çiller, Özer Çiller, Ö. Lütfü Topal'ın çocukları, muhasebecisi ile Veli Küçük olmak üzere ve Güneydoğu'da anlatılan eylemleri yerinde görebilmek, mağdurlarla ilişki kurabilmek adına bir çalışma kararı alınmıştı. Dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller bu karar doğrultusunda Refahyol hükümetini bozmaya kararlı olduğunu söyleyerek, adeta bir şantaj çerçevesinde Erbakan'a baskı yaptı. Bu baskı neticesindedir ki komisyonun o zamanki RP ve DYP'li üyeleri ki çoğunluğu oluşturuyorlardı, aldıkları talimat doğrultusunda tekriri müzakere isteyerek, bu biraz evvel saydığım isimlerin gelmesini engellediler. Her şey tamamlanmıştır, raporu yazma noktasına gelinmiştir diye karar aldırdılar. O yüzden bizler muhalefet şerhi koyduk."

Bu açıklama o zaman çok ilgimi çekmişti, şimdi de çekiyor.

Açıklama yalnızca yukarıdaki sözlerle sınırlı değildi; generallerin komisyona bilgi vermesi durumunda birçok karanlık olayın açığa çıkacağını söyleyen Sağlar, açıklamasında dikkat çekici başka savlar da ileri sürüyordu:

”(Çiller’in) ‘PKK'ye yardımda bulunan işadamlarının listesi elimizde, gerekeni yapacağız' sözünün, 'kurşun atan da yiyen de bizim için şereflidir' sözünün ne anlama geldiğini, Başbakan Yardımcısı'nın eşi olmaktan öte bir görevi olmayan Özer Çiller'in bu yapı içerisinde hangi gizli bilgilere, ne için ve ne anlamda ulaştığını ve nasıl kullandığını, Ömer Lütfü Topal cinayetinin sonrasındaki oluşan kara paranın ne şekilde dağıldığını görebilecektik."

12 kasım 1996 tarihinde Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e verdiği, Cumhurbaşkanı tarafından da gereğinin tetkik ve tahkiki için Başbakan Prof.Dr. Necmettin Erbakan'a verilen mektup çok önemli savlar ve istemler içeriyordu.

”Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Özel Harekat Dairesi’nin bulunduğu, alınan duyumlara göre bu dairenin bazı elemanlarının uyuşturucu, kumarhane, haraç ve adam öldürülmesi gibi işlere karıştığı, son olay da bunun vehim olmadığını, sanıldığından da kötü oldugunu gösterdiğini, Ömer Lütfi Topal'ı öldürenlerin itiraflarının fevkalade enteresan olduğunu, bu kişiler suçu itiraf ettikleri halde Ankara'ya celb edilerek halen serbest gezdiklerini, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde her türlü dökümanın hazir olduğunu, aşiret reisinin devleti kullandığını, devlette görevli bazı kişilerin Özel Harekat Dairesi Baskani İbrahim Şahin'den talimat aldıkları ve bunun İçişleri Bakanı dahil bir takım yüksek yerlerin bilgisi dahilinde olduğunu, devletin emrinde çalışan ve suça karışan 100-120 kadar kişi olduğunu, bu işin devlet çapında soruşturulması gerektigini, bu işe seyirci kalınır ise demokrasinin işleyebileceğinden şüphe duyulacağını, bunların meydana çıkarılması halinde de devletin zarar göreceğinden endişe ettiğini, normal devlet mekanizmasına güvenin olmadığını, Devlet Denetleme Kurulu'nun böyle bir şeyi üstlenebileceğini...'' (ek:44)

Gerek Fikri Sağlar’ın gerekse Mesut Yılmaz’ın savları yabana atılacak türden değildir. Eğer Sayın Savcı Zekeriya Öz, ‘devleti çetecilerden arındırmak’ gibi bir amaçla yola çıkmışsa kendisine, “Öyleyse Susurluk, Ergenekon’un neresinde?” diye sormak gerekiyor.
Yoksa gerekmiyor mu?

Bu soruya Taraf’ın, Star’ın, Yeni Şafak’ın, Sabah’ın liberal yazarları da yanıt verebilirler tabii.

19 Ağustos 2008 Salı

21. YÜZYIL SOSYALİZMİ - 20.08.2008

AKP yanlısı liberaller, işlerine öyle geldiği için sosyalizmi, demokrasi ve özgürlük kavramlarından uzak bir ideoloji olarak göstermek için ellerinden geleni yapıyorlar. Buna dayanak olarak da insan ömrü için uzun, fakat insanlık tarihi için bir an olan 70 yıllık Sovyetler Birliği ve II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkıp 1980’li yılların sonuna kadar ayakta kalan Doğu Avrupa ülkelerinin ‘reel sosyalist’ deneyimlerini gösteriyorlar.

‘Reel sosyalizm’ ile yönetilen ülkelerde başta eğitim ve sağlık olmak üzere birçok temel toplumsal sorunun çözüldüğü ne kadar doğruysa, rejimin, toplumun tüm katmanları için geçerli olacak eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir yapı kurmada sınıfta kaldığı da o kadar doğrudur. ‘Reel sosyalist’ düzenlerin çökmesinde emperyalist propagandalar ve baskılar kadar yıllardır baskı altında tutulan toplumsal muhalefetin alttan alta güçlenmesi de etken olmuştur. Bu ülkelerin 45 yıllık antikapitalist dönemden sonra hızla ve tüm kurumlarıyla kapitalizme geçebilmelerinde dış destekler kadar iç muhalefetin de payı bulunmaktadır.

Sosyalistlerin, ‘reel sosyalizm’i başarısızlığa, dolayısıyla çöküşe götüren uygulamalardan çıkartmaları gereken önemli dersler vardır.

21. yüzyılın sosyalizmi eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir sosyalizm olacaktır. Bu üç kavram da hem Marx-Engels döneminde hem de o dönem sonrasında sosyalizmin içinde vardır.
1859-1914 yılları arasında yaşamış, Fransız sosyalizminin büyük önderlerinden Jean Jaurès’nin bu kavramlara ilişkin düşünce ve önerilerine bir göz atalım.

“Fransız Devrimi insanların kuramsal bakımdan eşitliğini ilan ediyor, fakat mülkiyete bir sınıfın ötekini köleleştirmesi ayrıcalığını tanıyordu. Tarihin başından beri ilk kez sosyalizm, ‘bütün’ insanlığı bütün bireyleriyle, bütün atomlarıyla mülkiyete, özgürlüğe, ışığa ve sevince çağırıyor. Artık insanlık, değeri ve büyüklüğü, yalnızca bazı seçkin yaratıklar ya da ayrıcalıklı sınıflar için değil, bütün bireyleriyle ortaya koyacaktır. Eti ve kanı ne olursa olsun, insan kılığında dünyaya gelen herkes, insanlık hakkını, insanlık gücünü de beraberinde getirecektir. Hiçbir dogmaya dayanmadan düşünebilecek, hiçbir efendiye bağlanmadan kardeşçe, eşitlik (abç) içinde çalışabilecek, doğaya baş eğdiren eylem araçlarına –herkesle birlikte- sahip olabilecektir.” (Jean Jaurès, Etudes Socialistes, C. II. S. 94-95; Bkz: Jean Jaurès, Demokrasi, Barış, Sosyalizm, E Yayınları 1991, S. 91-92)

Jean Jaurès için demokrasi (abç), işçi sınıfı için büyük kazanımdır. Bütünüyle belirli bir eylem aracı ve biçimidir.” (J.J. Histoire Socialiste de la Revolution Française, C. VIII, S. 415-416; Bkz. Age. S. 105) Demokrasiye ilişkin olarak, “sosyalizm, devrim ve demokrasi fırınından dökülen kızgın bir eriyik gibidir,” der. (J.J. Age S. 416; Age. S. 105)

Görüldüğü gibi eşitlik, özgürlük, demokrasi gibi kavramlar sosyalizm dışı değildir. Bunlar için ille de burjuva-liberal kaynaklara başvurmaya gerek yoktur. Liberallerin ise sosyalist düşünürlerden öğrenecekleri çok şey vardır, hele ‘laiklik’ denince burun kıvıran bizim liberallerin.

“İnsan için kutsal, yani irdelenmesi, tartışılması yasaklanmış hakikat yoktur; dünyada en değerli şey düşünce özgürlüğüdür (abç); iç ya da dış hiçbir kuvvet, hiçbir iktidar, hiçbir dogma aklın sürekli araştırma çabasını sınırlayamaz; insanlık evrende büyük bir soruşturma kuruludur. Hiçbir yönetim, hiçbir yer ya da gök düzeni onun çalışmalarını bozamaz, kısıtlayamaz. Bizden gelmeyen her hakikat kuşkuludur; bağlandığımız şeyler karşısında dahi eleştiri duyumuz hep uyanık kalmalı, bütün tasdiklerimize ve bütün düşüncelerimize gizli bir başkaldırma karışmalıdır. Eğer Tanrı fikri elle tutulur bir kılığa girseydi, eğer kalabalık içinde gözle görülseydi, o zaman, ilk ödevimiz ona baş eğmekten vazgeçmek olacaktı, bir efendi gibi değil, tartıştığımız bir kimse, bize eşit bir kimse gibi davranacaktık ona.

Bu paha biçilmez görüşü iyi koruyalım. Çünkü laik öğretimin anlamı, büyüklüğü ve güzelliği bu görüşte saklıdır.” (J.J., Action Socialiste, S. 275-285; Age. S. 70)

17 Ağustos 2008 Pazar

27 MAYIS 1960: DARBE Mİ, DEVRİM Mİ?

18 nisan 1960 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde iktidar partisi milletvekillerince oluşturulan ‘Tahkikat Encümeni’, Demokrat Parti’nin 1957 seçimleri sonrasında girdiği diktatörleşme sürecinde belirleyici bir kilometre taşıydı. Bir bölümünü geçen pazar yayımladığımız önerge metninde de görüleceği gibi Tahkikat Encümeni’nin kuruluş amacı güçlenmekte olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin kapatılmasını ve muhalif basının susturulmasını sağlamaktı. Bu amaç doğrultusunda CHP’ye ve muhalif çevrelere akılla, mantıkla bağdaşmayan, asılsız suçlamalarla saldırılıyordu.
Bkz. ‘Yakın Tarihten Notlar – Tahkikat Encümeni’:
www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com

15 kişilik Tahkikat Encümeni’nin kurulmasına ilişkin verilen önergede CHP’nin, iktidarın yanı sıra, “Türk kadınlarını, dost ve müttefiklerimizi (burada ABD kastediliyor – DK) kötülediği, halkı, “kanunları ihlâle”, “kanuni tedbirlere karşı mukavemete, hükümete, idari ve adli mercilere karşı galeyana ve fiili tecavüzlere teşvik ve tahrik ettiği” ileri sürülüyordu. CHP, uygun gördüğü yerlerde partilileri “silahlandırmak, iktidar partisinin mensup ve taraftarları aleyhine münferit veya toplu şekilde baskı yapmaya ve suç işlemeye teşvik suretiyle, memlekette kanlı kardeş kavgalarına müncer olan tertiplere başvuruyordu”.

DP’ye göre CHP gizliden gizliye komünist faaliyetlerde bulunuyordu. Örneğin, “ ‘Bizim Radyo’ namındaki komünist radyosunu Halk Partisine ait bir radyo olarak göstermek suretiyle, halkı bu yayınları dinlemeye sevk ediyor ve umumi efkârı bu vahim neşriyatın zararlı tesirlerine maruz bırakıyordu.” Aynı zamanda, “hücre teşkilatı ile işleyen gizli kollar kurmaya çalışarak, yukarıda maruz faaliyetleri daha müessir bir hale getirmek suretleriyle giriştiği yıkıcı kanun dışı” faaliyetlerini güçlendiriyordu.

CHP’nin yukarıda açıklanan ‘haince’ amaçlarının yanı sıra, basın da ‘vatan hainliği’ne soyunmuştu. O da “aynı gayelerle ve neşir yolu ile faaliyette bulunarak, Cumhuriyetimizin ve genç demokrasimizin fikri ve manevi temellerini tahrip eden, devletin ve cemiyetin ana müesseselerini şantaj, baskı ve tehdit suretiyle işlemez bir hale getirmek, hakikatleri tahrif etmek, yalan neşriyatta bulunmak suretiyle memleketin siyasi, iktisadi, mali, içtimai hayatını tehlikeye maruz bırakıyordu.”

Önerge görüşülürken, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün TBMM’de yaptığı, aşağıya bir bölümünü aldığımız uyarıları da bir işe yaramadı.

“Bu önerge kabul edildiği andan itibaren siyasi hayatımız tamir ve deva kabul etmez bir uçuruma atılacaktır.(…) Tahkikat önergesi sahipleri bahsettikleri hadiselerde geniş bilgi sahibi olduklarını ve senelerden beri bu bilgiye sahip bulunduklarını iddia ediyorlar ve söylüyorlar. Ondan sonra 177’inci maddeye göre bilgi edinmek üzere kurulan bir tahkikat önergesi veriyorlar. Ve bilgi edinmek üzere kurulacak bu tahkikat encümenine fevkâlâde salâhiyetler istemeye kalkışıyorlar. Öyle ki bu, bir tahkikat encümeni halinden çıkarılıyor, memleketi idare eden başlı başına bir otorite haline getiriliyor.

Böyle bir salahiyet istemek, insanların dün, bugün değil, yüz bin sene evvelden beri reddettikleri, bir anlayıştır. Bir insan hem davacı, aynı zamanda hükümcü ve aynı zamanda tatbikatçı olmaz. Davacı olan bu encümen, hükmünü vermiş olduğu halde bu hükmü tatbik etmek için de salahiyet istiyor. Bu salahiyet bütün hukuk telakkilerinin dışındadır. Anayasa’nın üstünde ve kanun dışındadır, düpedüz gayrimeşru bir taleptir.”

Tahkikat Encümeni bu asılsız gerekçelerle kurularak ve istediği salahiyeti alarak çalışmalarına başladı. Ne var ki DP iktidarına bu da yetmedi, ardından bir de 1934 Nazi Almanya’sını anımsatan bir ‘Yetki Yasası’ çıkartıldı. Çok geçmeden muhalif basın susturuldu, kapatılma tehdidi, CHP’niin tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaya başladı. Türkiye’de demokrasinin ‘d’si bile kalmamıştı.

O koşullarda ne yapılabilirdi?

Sorum, -sonrasındaki idamlara yönelik eleştirilerimi saklı tutarak- 27 Mayıs 1960 bir ‘devrim’ midir, yoksa ‘darbe’ midir diye soranlaradır.

Türkiye’de demokrasinin sağlıklı doğduğunu söylemesi için insanın ülke gerçeklerinden tümden habersiz olmaları gerekir.

Türkiye’de parlamenter demokrasi, insanların ortak istemleri, dolayısıyla bu istemlerden kaynaklanan toplumsal mücadeleler sonucu değil, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ‘Soğuk Savaş’ koşullarında ABD’nin de dayatmasıyla tek parti rejiminin merkez gücü olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ‘icazeti’ ile parti örgütünde ve devlet katında önemli görevlerde bulunmuş CHP milletvekilleri Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın girişimleriyle kurulan Demokrat Parti ile 1946 yılında hayata geçmiştir.

Liderlerinin, partinin kuruluş döneminde ve iktidarının ilk aylarındaki söylemlerinin, CHP’nin tek parti rejiminin baskıcı yöntem ve uygulamalarından bunalan ve demokratik bir çıkış yolu arayan sol çevrelere de çekici geldiği bir gerçektir. Bu dönemde, örneğin, sosyalist Zekeriya ve Sabiha Sertel’ler DP’yi desteklemişler, 1946 seçimlerinde sosyalist Mehmet Ali Aybar Bursa’da DP listesinin üçüncü sırasında bağımsız milletvekili adayı olmuş, Türkiye Sosyalist Partisi kurucusu Esat Adil Müstecaplıoğlu’ya da milletvekili adaylığı önerilmişti.

Fakat aradan çok geçmeyecek, TBMM’de Başbakan Adnan Menderes, kendisine bir soru yönelten CHP milletvekili Sadri Maksudi Arsel’e şu yanıtı verecektir: “Sayın hocam, müsterih olmanızı rica ederim. Irkçılığı biz solculuk gibi mutlaka mücadele edilip sökünden sökülüp atılması lazım gelen bir mesele, bir cereyan olarak kabul ediyor değiliz. Nihayet ırkçılık, bir fikrin, hissin dalaleti olabilir. Fakat solculuk böyle değildir. Biz solculuğu bugün memleketin aleyhine ve zararına çalışan kuvvetlerin ajanı olma manasına alıyoruz. Bunu bir fikir ve his kabul etmekten uzağız.”

Türkiye’de, “Demokrasiyi kuracağız,” diye yola çıkanların kafa yapısı budur. Bu kafada, ‘1952 Komünist Tevkifatı’na da, devlet eliyle düzenlenen ‘6-7 Eylül 1955 ırkçı yağma harekâtı’na da yer varken, demokratikleşme açılımlarına zerre kadar yer yoktur. 1940’ların, 1950’lerin ‘marazi faşistoizm’i açısından Cumhuriyet Halk Partisi ne ise Demokrat Parti de odur.

Demokrat Parti 1950 ve 1954 genel seçimlerini büyük çoğunlukla kazanmış, fakat kazandığı 1957 seçimleriyle birlikte düşüşe geçmiştir. Düşüşünün başlıca nedeni ilk iktidara geçtiği 1950 yılından itibaren topluma verdiği hiçbir sözü yerine getirmemiş olmasıdır. TBMM’deki ilk icraatı Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nı kaldırmak olmuştur. Buna rağmen kırsal kesim, siyasal hayattan silinene kadar DP’nin oy deposu olarak kalmıştır. Bunda, bu kesimin CHP’nin tek parti döneminde köylüye uyguladığı dayanılmaz baskılar kadar, -ezanı yeniden Arapçalaştırmak, yasaklanan tarikatlara yol açmak gibi- din’i bir araç olarak kullanmasının önemli payı vardır.

Uzatmamak için, 27 ekim 1957 günü yapılan genel seçimlerde Gaziantep’te oy sandıklarının DP’liler tarafından yakılmasını, 1959 mayısında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Uşak’ta başının bir DP’li tarafından atılan taşla yaralanmasını, aynı yılın 5 mayısında Yeşilköy Havaalanı’ndan İstanbul’a gitmekte olan İsmet İnönü’nün DP’li kalabalıklar tarafından yolunun kesilerek ölüm tehlikesi geçirmesini, 5 nisan 1960 günü Kayseri’ye gitmekte olan İsmet İnönü’nün treninin durdurulmasını ve benzer birçok olayı es geçiyorum. DP'nin baş-gazetecisi Burgan Belge'nin sözcülüğünü yaptığı Vatan Cephesi komedyasını da…

Fakat açık bir diktatörlük kurumu olan Tahkikat Encümeni’nin kurulmasıyla birlikte İsmet İnönü’ye verilen ’TBMM’nin 12 oturumuna katılmama cezası’, Ankara’da Ulus Gazetesi ve Akis Dergisi’nin, İstanbul’da Vatan, Akşam, Yeni Sabah ve Dünya gazeteleriyle Kim Dergisi’nin, İzmir’de Demokrat İzmir ve Sabah Postası gazetelerinin kapatılarak sorumlu yazı işleri müdürleriyle gazetecilerin tutuklanmaları bardağı taşıran son damlalar olmuştu. Artık ne parlamenter demokrasiden ne de basın özgürlüğünden söz etmek olasıydı.

Toplumun sabrı sonunda taşmış 28/29 nisan 1960 günlerinde Ankara ve İstanbul’da sokağa çıkan on binlerce öğrenciye geniş halk yığınları da katılmış, Türkiye kanlı bir çatışmasının eşiğine getirilmişti.

27 Mayıs 1960 müdahalesi kâğıt üzerinde de olsa parlamenter demokrasinin ortadan kalktığı/kaldırıldığı koşullarda gerçekleşmiştir ve 12 Mart Darbesi ile de, 12 Eylül Darbesi ile de bir benzerliği yoktur. Ama ille de bir benzerlik aranıyorsa, bu benzerlik 25 nisan 1974 günü Portekiz’de, genç subaylar tarafından gerçekleştirilen ve ülkede demokrasinin yollarını açan ‘Karanfil Devrimi’ ile kurulabilir.


13 Ağustos 2008 Çarşamba

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDE İLK CUNTALAŞMALAR - 13.08.2008

Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bilinen ilk darbe örgütlenmesi, iktidardaki Demokrat Parti’nin gücünün doruk noktasına ulaştığı 1954 yılında İstanbul’da Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay’ın girişimiyle gerçekleşmişti. İkisi de Topçu Yüzbaşısı olan bu genç subaylara daha sonra Faruk Güventürk, Necati Ünsalan, Ahmet Yıldız, Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı gibi başka genç subaylar katıldılar. Aynı dönemde Ankara’da da başını Kurmay Albaylar Talat Aydemir ve Sadi Koçaş ile Adnan Çelikoğlu, Sezai Okan ve Osman Köksal’ın başını çektiği bir grup subay tarafından bir komite daha kurulmuş ve 1957 yılında iki komite birleşmişti.

Düşünülen darbe için 1958 şubat ayı öngörülmüş, fakat komite üyelerinden Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu’nun ihbarı üzerine Em. Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albaylar Naci Aşkun ve İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşılar Ata Tan ve Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşılar Kazım Özfırat ve Hasan Sabuncu ile Samet Kuşçu’nun kendisi tutuklanmıştı. Yargılama sonunda 8 subay aklanırken Samet Kuşçu ‘iftira’ suçundan 2 yıl hapse mahkûm olmuştu. Davanın ardından Sadi Koçaş Londra'ya, Dündar Seyhan Washington'a, Talat Aydemir ise Kore'ye gönderilerek Türkiye’den uzaklaştırıldılar. Osman Köksal ise nedendir bilinmez Muhafız Alay Komutanlığı'na atandı. Cuntanın önderliği ise kıdemli olmasından dolayı Albay Alparslan Türkeş'e kaldı.

Darbe edebiyatımıza ‘9 Subay Olayı’ olarak geçen bu örgütlenme, 1950’li yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki bir kesimin parlamenter demokrasiyi içselleştiremediğini, aynı zamanda da Demokrat Partili politikacıların basiretsizliğini göstermesi bakımından önemlidir.

Ankara ve İstanbul komitelerinin birleşmesi 1957 yazında, Üsküdar'da, bir zamanlar Mahmut Şevket Paşa'nın da oturduğu bir evde, silah üzerine yemin ederek gerçekleşmişti. Birleşme toplantısında Dündar Seyhan bir konuşma yaparak amaçlarını açıkladı.

“Orduda ıslahat yapacağız diyoruz. Bunun için çalışıyoruz, hazırlanıyoruz. Ama dava ordudaki ıslahatla halledilemez. Memleketi ıslah etmek, kurtarmak lazım. Politikacıların tutumu ortada. Onların bir şey yapacağı yok. Bu bakımdan yakında hükümeti bertaraf etmemiz bahis konusu olabilir. Hazırlıklarımızı bir ihtilale göre geliştirmeliyiz. Bunun için gerekirse kan dökmekten çekinmemeliyiz. Kan dökülecekse dökülür, başka çare yoksa hem de çok dökülür...” (Abdi İpekçi, Ömer Sami Coşkun, İhtilalin İçyüzü, s. 40)

Darbecilerin sert mizaçlarının yanı sıra nahif bir yanları da vardı. 1957 genel seçimlerinden bir süre sonra cuntanın önemli üyelerinden ve ‘fevri’ bir yapıya sahip olan Kur. Alb. Faruk Güventürk, Milli Savunma Bakanı Şem’i Ergin ile bir görüşme yapmış, darbe hazırlıklarından söz ederek bir lidere ihtiyaçları olduğunu, kendisine darbe girişiminin başına geçmesini istemişti. Şem’i Ergin, ‘basit bir kasaba avukatı olduğunu’ ve ‘bu işin çapını aşacağını’ söyleyerek Güventürk’ün önerisini geri çevirdi. Milli Savunma Bakanı’nın ait olduğu hükümete karşı planlanan bir darbeden haberdar olmasına karşın bunu neden kendine sakladığı bugüne kadar bir muamma olarak kalmıştır.

Yukarıda adı geçen subayların önemli bir bölümü daha sonraki yıllardaki darbe ve darbe girişimlerinde etkin roller üstlendiler. Bir bölümü (Suphi Gürsoytrak, Osman Köksal, Sezai Okan, Ahmet Yıldız) 27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra kurulan Milli Birlik Komitesi’nde görev aldı; bir bölümü ise Milli Birlik Komitesi’ndeki görevlerinden uzaklaştırılarak yurtdışına gönderildi (Alpaslan Türkeş, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı).

Talat Aydemir 22 şubat 1962 ve 21 mayıs 1963 tarihlerinde başarısız iki ayaklanma girişiminde bulundu ve ikinci girişiminden sonra yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldı.

Em. Albay Sadi Koçaş, 12 Mart 1971 Muhtırası’ndan sonra 25 mart 1971 tarihinde Nihat Erim’in başbakanlığında kurulan faşizan hükümette Başbakan Yardımcılığı görevini üstlendi.

Özetle söylemek gerekirse Türkiye’de parlamenter demokrasinin omurgası 1950’li yılların ortalarında kırılmaya başlamıştır.

Fotoğraflar: Faruk Güventürk, Alparslan Türkeş, Talat Aydemir (solda)

10 Ağustos 2008 Pazar

YAKIN TARİHTEN NOTLAR - "TAHKİKAT ENCÜMENİ" - 10.08.2008

8 Nisan 1960 akşamı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kurulan Tahkikat Encümeni, Demokrat Parti’yi siyaset sahnesinden silinmeye götüren yolda önemli bir kilometre taşıdır. ‘Tahkikat’ bugünkü TBMM diliyle ‘soruşturma ve araştırma’ anlamına geliyordu. O dönem yürürlükte olan 1924 Anayasası’na göre Meclis soruşturması başbakan ve bakanlarla ilgili olarak ileri sürülen ‘yolsuzluk/usulsüzlük’ savlarını incelemek, Meclis araştırması da TBMM’nin herhangi bir konuda ‘bilgi edinmesi’ için yapılırdı. Tahkikat ise ikisini birden kapsıyordu ve bunun karşılığı Anayasa’da olmadığından Encümen TBMM İçtüzüğü’nün 177. Maddesine göre kurulmuştu, fakat amacı çok başkaydı.

Bu ‘başkalığı’ anlayabilmek için DP Bursa Milletvekili Mazlum Kayalar ile DP Denizli Milletvekili Baha Akşit’in ‘Bir Tahkikat Encümeni kurulması için’ TBMM Başkanlığı’na verdikleri önergenin son bölümünü okuyalım:

“Bu itibarla, CHP’nin:

A) Meşru iktidarımızı, alelumum devlet vazifelerini, Türk kadınlarını, dost ve müttefiklerimizi en iğrenç isnatlarla kötüleme usulleri de dâhil olmak üzere, çeşitli gayrimeşru ve kanun dışı yollarla, halkı kanunları ihlâle, kanuni tedbirlere karşı mukavemete, hükümete, idari ve adli mercilere karşı galeyana ve fiili tecavüzlere teşvik ve tahrik etmek,

B) Müsait telâkki ettikleri mahallerde kendi partilerine mensup bazı şahısları silahlandırmak suretiyle, iktidar partisinin mensup ve taraftarları aleyhine münferit veya toplu şekilde baskı yapmaya ve suç işlemeye teşvik suretiyle, memlekette kanlı kardeş kavgalarına müncer olan tertiplere başvurmak,
C) Orduyu siyasete karıştırmak teşebbüsleri de dâhil olmak üzere, memleketin emniyet ve asayişini korumakla vazifeli olanları çeşitli propaganda, baskı ve vaatler yoluyla vazifelerini ifadan alıkoymaya cüret ve teşebbüs etmek,

Ç) ‘Bizim Radyo’ namındaki komünist radyosunu Halk Partisine ait bir radyo olarak göstermek suretiyle, halkı bu yayınları dinlemeye sevk etmek ve umumi efkârı bu vahim neşriyatın zararlı tesirlerine maruz bırakmak,

D) Bütün bu kanun dışı faaliyetlerini umumi efkâra karşı haklı gösterebilmek için T.B.M. Meclisi’nin, onun itimadına mazhar hükümetin meşruiyetinden halkı şüpheye düşürecek ve bundan da ileri olarak, gelecek seçimlerin de meşruiyetini şimdiden muallel imiş gibi göstererek kurulmuş ve kurulacak iktidarlar aleyhine vatandaşları gayrimeşru yollarla tahrik etmek suretiyle, itimatsızlığa ve huzursuzluğa sevk etmek,

E) Hücre teşkilatı ile işleyen gizli kollar kurmaya çalışarak, yukarıda maruz faaliyetleri daha müessir bir hale getirmek suretleriyle giriştiği yıkıcı kanun dışı ve gayrimeşru faaliyetleriyle;

F) Aynı gayelerle ve neşir yolu ile faaliyette bulunarak, Cumhuriyetimizin ve genç demokrasimizin fikri ve manevi temellerini tahrip eden, devletin ve cemiyetin ana müesseselerini şantaj, baskı ve tehdit suretiyle işlemez bir hale getirmek, hakikatleri tahrif etmek, yalan neşriyatta bulunmak suretiyle memleketin siyasi, iktisadi, mali, içtimai hayatını tehlikeye maruz bırakan BİR KISIM BASININ;Bünyesini; çalışma tarz ve metotlarını ve kanunlar muvacehesindeki tutumunu ve bu kanunları işlemez hale getirmek hususundaki gayrimeşru faaliyetlerinin ve yukarıdan beri tafsilatı ile arz edilen ahvalin önlenmesini gayrimümkün kılmakta olan sebeplerin mahiyetini tetkik ederek elde edeceği neticeleri T.B.M. Meclisi’ne bildirmek üzere,

Dahili Nizamnamenin 177’inci maddesi hükümlerine göre 15 kişilik bir tahkikat encümeni kurulmasını...”
Ve bu önergede talep edilen Tahkikat Encümen’i kurulup hemen çalışmalarına başladı.
Görüldüğü gibi bugünkü ‘vahim durum’a akşamdan sabaha gelinmedi.
Fotoğraflar sırasıyla: İsmet İnönü, Celal Bayar, Adnan Menderes

5 Ağustos 2008 Salı

DURUM VAHİM - 06.08.2008

Yıl 1954. Ayını da gününü de anımsamıyorum; o zamanlar Cihangir’de oturuyoruz, “Taksim’e çıkayım” dedim. Ama ne mümkün? Sıraserviler Caddesi tıka basa insan dolu, herkesin elinde bayraklar, pankartlar, dövizler… Bağırış çığırışlar, müthiş bir uğultu. Tek anladığım, Kıbrıs diye bir yer olduğu ve orası neresiyse Türk kalması gerektiği, bir de her türlü kötülüğün başını, hem kızıl hem de kara olan, aynı zamanda da hiç durmadan cinayet işleyen Makarios adında bir papazın çektiği ve mutlaka kahrolması. 11’imi daha doldurmamışım, korkudan Aslanyatağı Sokağı’nın başında kalakaldım. Eve döndüm, anneme gördüklerimi anlattım. Neyse, on dakikalık bir konuşmadan sonra ‘devlet ve milletçe’ Kıbrıs diye bir sorunumuz olduğunu anlar gibi olmuştum.
Aradan bir yıl geçti, 6-7 eylül günlerinde birtakım azgın kalabalıklar İstanbul’daki Müslüman olmayan azınlıkların evlerine, işyerlerine, ibadethanelerine saldırıp yağmaladılar, alıp götüremediklerini parçaladılar. Resmi verilere göre, İstanbul’da ilk, orta ve lise derecesinde 32 Rum ve 8 Ermeni okulu tahrip edilmişti. İstanbul’da 74 kilise vardı. 70’i aynı zamanda yakılıp yıkılmıştı. Kiliseler dışında bir Havra, 8 Ayazma, 2 Manastır, 3 bin 584’ü Rumlara diğeri Ermeni ve Musevilere ait 5 bin 538 gayrimenkul tamamen yakılmıştı. Bu olay karşısında en sık duyduğum, “Durum vahim” sözcükleriydi.

Aradan 57 yıl geçti ve geçen yıllarla birlikte bu sözcükler ikiye, beşe, ona katlanarak kullanılır oldu. 6-7 Eylül 1955 olayları 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda dava konusuydu. Mahkeme bu olayların ‘devlet eliyle’ düzenlendiğini saptayarak içlerinde devrik Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun da bulunduğu 11 kişinin yargılanmasına karar verdi. Ne var ki bu vahim durum içinde ondan daha da vahim bir durum vardı. Olayların başlamasına Atatürk’ün evine bomba atılması ve bu ‘menfur hadise'nin, Mithat Perin’in Demokrat Parti yanlısı İstanbul Ekspres gazetesinin özel baskısıyla duyurulması neden olmuştu. Bombayı atanlar Yunan polisi tarafından tutuklanmıştı. İki kişiydiler, işledikleri suçun sabit olması gerekçesiyse yargılanıp hapse mahkûm olmuşlardı. Bunlardan biri Türkiye’ye kaçmıştı, Yüksek Adalet Divanı Başsavcısı Altay Ömer Egesel tarafından davaya dahil edildi, fakat ne olduysa(!) aklandı.

Biz, bu ülkenin yurttaşları bu ‘ne olduysa’ durumunu ancak uzun yıllar sonra Gazeteci Fatih Güllapoğlu’nun 1991 yılında Özel Harp Dairesi eski Başkanı Em. Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ile Tempo Dergisi için yaptığı bir röportajdan öğrendik. Em. Orgeneral, 6-7 Eylül 1955 olaylarının “Özel Harp Dairesi’nin başarıya ulaşmış mükemmel bir işi olduğunu” söylüyordu. Yunan Yargısı tarafından yargılanıp cezaya çarptırılan, fakat Yüksek Adalet Divanı tarafından aklanan kişi ise bu arada devlet tarafından okutulmuş, emniyet örgütüne alınmış, emniyet müdürlüğüne kadar yükselip oradan da bir kente vali olarak atanmıştı.

Belki bu kişinin adını niçin vermediğimi merak etmişsinizdir; 10 yıl önce bir yazımda vermiştim, o kişi hakkımda dava açtı, yargılandım, iş Yargıtay’a kadar gitti, fakat sonunda elimdeki onca belgeye ve Özel Harp Dairesi eski Başkanı Em. Org. Yirmibeşoğlu’nun, “Bizim işimizdi,” deyip, ad da vermesine karşın o kişi Yüksek Adalet Divanı’nda aklanmış olduğu için para cezasına mahkûm oldum. Bir kez daha mahkûm olmaktan korktuğum için adını vermiyorum.
O günden beri Yüksek Adalet Divanı’ndan başlayarak, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi ‘özel mahkemelerin’ adil karar verebileceklerine inanmıyorum. Yargıtay’ın bir özel mahkeme kararına dayanarak bir suçluyu aklaması yürürlükteki hukuk düzenine olan inancımı sarsıyor.

Sayın Savcı Zekeriya Öz’e de, gerçekten ‘derin devlet’i ortaya çıkarmak gibi bir niyeti varsa Ümraniye bombalarından İlhan Selçuk’un, Mustafa Balbay’ın odalarına değil de 1955 yılında ilk ‘mükemmel’ eylemini yapan odaklara uzanmasını öneriyorum.