15 Temmuz 2009 Çarşamba

YAĞMUR - 15.07.2009

Öyle bir gürültüydü ki… Uyandım. Beni uykumdan uyandıran o ürkünç seslerin ne olduğuna bakmak için akşam açık bıraktığım pencerelerden birine doğru yürüdüm. Çakan bir şimşek karanlık odayı ışığa boğdu, aynı anda yanağımı bir su damlacığı yaladı. Pencerenin önünde durdum, saçlarımın, yüzümün, bedenimin ıslanmasına aldırmaksızın bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru izledim bir süre. Sokakta kimsecikler yoktu. Saate baktım, 4.30. Birazdan gün ağaracak, İstanbul, yağmurun temizlediği bir sabaha uyanacaktı.

Pencereleri kapatmadan iyice kurulanıp yatağıma döndüm. Uyku tutmadı. Kaldırım kenarlarına park etmiş arabalara çarpıp parçalanan, parçalanırken çıkardığı sesler birbirine karışarak insanı ürküten bir gürültüye dönüşen iri yağmur damlalarını düşündüm. Hızla yağarken, yapıların duvarlarında, arabaların karoserlerinde, ağaçların dallarında binlere parçalanan yağmur damlaları yerde yeniden birleşiyorlar, seller oluşturuyorlardı.

Öyle güçlü sellerdi ki önlerinde hiçbir şey ayakta kalamıyordu.

***

Yağmur beni bugüne dek koruduğum gençlik hayallerime götürdü. Yere düşen yağmur damlacıkları gibi birleşmek, güçlenmek, önünde kimsenin, hiçbir şeyin duramayacağı bir sele dönüşmek. İnsan seline, insan sellerine…

Aynı amaçlar için, daha özgür, daha demokrat, daha adil, daha aydınlık, daha yaşanası bir dünya kurmak için savaşım veren insanların birleşmesi bu kadar zor muydu?

Zormuş, zormuş ki birleşemedik, sel olup önümüze çıkan gericileri, sahte demokratları, özgürlük yalancılarını, yurt sevgisizlerini önümüze katıp, silip süpüremedik.

Üç gün önce Ören’de üniversiteli genç bir okurum yanıma gelip bir sosyalist örgüte üye olduğunu, bu örgütü nasıl değerlendirdiğimi sormuştu.

Öyle zor bir soruydu ki… Genç yoldaşıma, ilerlemiş yaşımın ve geçirdiğim bunca deneyimin artık “bir” örgütü “tutmaya” elvermediğini, tüm sosyalist örgütlere eşit uzaklıkta durduğumu anlattım. Somut sorusuna gelince, adını verdiği örgütün gençlik dışındaki hedef kitleye ulaşmakta kullandığı özgün “jargon/terminoloji” nedeniyle zorlandığını söyledim. Bana hak verdi, ayrıca bu “hastalığın” tüm sosyalist örgütlerde olduğunu ekledi. Saptaması doğruydu.

Bırakalım sel olup akmayı, insanoğluna tarih boyunca yapılmış, ona en layık olan toplumsal-ekonomik-kültürel düzenin getirilerini hepi topu iki sayfada toplam on maddelik bir manifesto olarak herkesin anlayabileceği bir dille kaleme alıp topluma aktarmayı başaramıyorduk.

Her sosyalist örgüt kendi köşesinden, kendi diliyle bir türkü çığırıyor, ortaya çıkan kokofoniden kimse bir şey anlamıyordu.

***

Türkiye’nin sosyalist tarihinde anlaşılabilirliğin, dolayısıyla birleşebilirliğin en önde gelen temsilcisi 10 temmuz 1995 günü yitirdiğimiz Mehmet Ali Aybar’dı. Türkiye sosyalizminin bu büyük önderinin gür sesi dışarıda yağan yağmurun sesine eşlik ediyordu.

“Nasırlı eller meclise!”

Aybar, Türkiye sosyalizminin en anlaşılabilen, en birleştirebilen temsilcisiydi. Onun önderliğinde Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 genel seçimlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 15 milletvekili sokması bir rastlantı değildi. O, “55 milyon metrekare vatan toprağı Amerika’nın işgali altındadır,” dediğinde insanlar ne demek istediğini anlıyorlardı. Yokluğu, yoksunluğu anlattığında da. TİP Başkanlığını yürüttüğü 1962-1969 yılları arasında kalan dönem Türkiye’de sosyalizmin yükseliş yıllarıydı. Ama bırakmadık, el birliğiyle onun yükselttiği yapıyı didikledik, çekiştirdik, altını oyduk, kuruttuk.

Evet, yağmur damlacıkları gibi birleşmek, sel olup akmak…

Mehmet Ali Aybar’ı saygıyla, sevgiyle, özlemle anarken, “Belki bir gün…” diyorum, neden olmasın?



1 yorum:

Udeh dedi ki...

Güzel bir yazı, emeğine sağlık..