1 Temmuz 2009 Çarşamba

DAYAK ARSIZI OLMAK - 01.07.2009

Mahalleye yeni taşınmıştı, biz yaşlarda, çelimsiz, suratı çilli bir oğlandı. Şu sıralar bir inşaat alanı olan Cihangir Parkı’nın toprak zeminli futbol sahası olduğu 1950’li yılların başında, mahallenin abiilerinden nasılsa bir fırsat bulup 6’şardan top koşturduğumuz soğuk, ıslak bir sonbahar gününde tanımıştık onu. Cihanspor’un minikleri olarak Tayfunsporlulara karşı mutlaka kazanmamız gerektiğine inandığımız bir maçın son dakikalarını oynuyorduk. Durum 4:4’tü ve biz atakta, karşı kalenin önündeydik. Maçı berberimiz Niko düzenlemişti, kazanan takımın oyuncularına bir sonraki hafta sonu oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe karşılaşması için birer “duhuliye” bileti verecekti. Havyar Sokaktaki dükkânına mahallenin çocuklarını çekmek için arada bir bu tür “promosyon etkinlikleri” düzenleyen akıllı bir adamdı.

İşte tam o sırada görmüştük 10-11 yaşlarındaki, yaşıtımız olan o sevimsiz oğlanı. Karşı kalenin yanından sahaya girmiş, önüne yuvarlanan topa bir tekme savurmuştu. Hepimiz bir an donup kalmış, sonra hep birlikte oğlanın üzerine çullanmıştık. Atılan penaltılar sonrası maçı 7:5 kaybettiğimiz o gün bizden ilk dayağını yemişti Yavuz.

Çok geçmeden onun bir “dayak arsızı” olduğunu anlamıştık. Sopa yemek için elinden geleni yapıyordu; dayak yiyor, salya sümük eve gidiyor, evde de, “Bıktım senin bu hallerinden!” diyen öfkeli yargıç babası tarafından sopalanıyordu. Zaman gelmiş, sokakta, evde, okulda sopa yemeden duramayan bu “dayak delisi” çocuğa acır olmuştuk.

Durumu anlattığımız ailelerimiz hemen tanı koymuşlardı; “Dikkat çekmek için yapıyor,” diyorlardı. Hangi nedenle olursa olsun her Allah’ın günü her yerde ve herkesten dayak yemek için sürekli kaşınmak o yaşlarda anlayabileceğim bir davranış değildi.

***

Aradan geçen yıllarda insanları tanıdıkça ve tanıdığım insanların sayısı arttıkça dayak arsızlığının ya da deliliğinin sık rastlanır bir ruhsal bozukluk olduğunu somut örneklerini görerek anlamaya başladım. Ailelerimizin zamanında söyledikleri gibi “dikkat çekmek”, “dikkatleri üzerinde toplamak” saplantısı bu yaygın ruh bozukluğunun başlıca nedenlerinden biriydi. Yaşlarından, cinsiyetlerinden, eğitim durumlarından, mesleklerinden bağımsız olarak bu hastalığa yakalanmış insanlar sopalanmak, dayak yemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bunlar, en şiddet karşıtı, en uysal, en halim selim insanı bile çileden çıkartmayı başarabilecek ölçüde yetenekliydiler.

Bir, üç, beş, on… insanı çıldırtıyorlardı. Çıldırma raddesine getirdikleri insanın bir sopa kapıp, “Ulan, yer misin, yemez misin?” diye üzerlerine saldırması ya da tekme-tokat girişmesi en mutlu oldukları andı. Ne var ki mutlulukları çok kısa sürüyor, yeniden kaşınmaya başlıyorlardı.

***

Şu sıralar, özellikle de medyada bu türden ruh bozukluklarına oldukça sık rastlanıyor. Kimileri var, “Darbe, darbe” diye tutturmuşlar. Her taşın altında “darbeci” arıyorlar. “Yok,” deniyor, “bu ülkede artık darbe falan olmaz,” deniyor. Onlarsa direniyorlar. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Genelkurmay Başkanı basının karşısına çıkıyor, bir buçuk saat anlatıyor, “Bünyemizde darbecileri de, darbe eğilimli kişileri de barındırmayız,” diyor, güvence veriyor. Bunlar yine direniyorlar. Öyle ki gerçekten bir darbe olsa, derin bir soluk alıp rahatlayacaklar. Kaşınıyorlar.

Kimileri var, hastalıkları dillerine vurmuş, bu ülkenin devrimcilerine, devrimci geçmişine, devrimci ruhuna en ağza alınmayacak küfürlerle saldırıyorlar. Akılları sıra dikkat çekecekler, çok okunacaklar, “Vay be, ne adam…” denecekler. Aranıyorlar.

Fakat zaman içinde iplikleri öylesine pazara çıkmış ki artık pek aldıran olmuyor bunlara. Ama yine de kötü bir durum. Ülkemizde bu kadar çok sayıda ruh hastasının var olduğunu bilmek bile bir üzüntü nedeni, çünkü ne zamandır kendilerini mutlu edecek dayakçı bulamayan o dayak delileri de bizim insanlarımız sonuçta. Öyle değil mi?



Hiç yorum yok: