Ne var ki 31 temmuz 2002 günü Olimpiyakos ile Galatasaray arasında oynanan ve 79.513 kişinin izlediği açılış maçıyla birlikte ‘takke düşmüş, kel görünmüştü’. Bir gün öncesine kadar Olimpiyat Stadyumu’nu öve öve bitiremeyenler bir anda ağız değiştirmişlerdi. Futbolun oynandığı çim alanını çevreleyen 9 kulvarlı atletizm pisti nedeniyle tribünlerde oturanlar alanda neler olup bittiğini ancak dürbünle izleyebiliyorlardı. Stadyumun üzerinden eksik olmayan şiddetli rüzgâr doğru dürüst top kontrolünü olanaksız kılıyordu. Ulaşım ise ayrı bir rezaletti, insanlar yollarda perişan oluyorlar, maç başlamadan tribünlerdeki yerlerini almayı başaranlar kendilerini şanslı sayıyorlardı.
Kısacası şimdilerde lig 15.si İst. Büyükşehir Belediyespor’un oynadığı, geçen yıl da sezon sonu küme düşen Kasımpaşaspor’a ev sahipliği yapan Atatürk Olimpiyat Stadyumu birçok yönden, özellikle de futbol açısından bir fiyaskoydu. Dev yatırım medyanın alay konusuydu artık.
Ergenekon davasının görüleceği, toplam 10.664 hükümlü ve tutukluyu barındırma kapasitesine sahip Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi’nin de ‘alay konusu olma’ açısından Atatürk Olimpiyat Stadyumu’ndan pek farkı olmadığı daha ilk duruşmada ortaya çıktı.
Her biri 1.333 kişi kapasiteli 8 adet L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu, 1 adet Açık Ceza İnfaz Kurumu, sağlık ocağı, genel mutfak, personel soyunma binası, genel idare binası, ziyaretçi bekleme salonu, çamaşırhane, ısı merkezi ve jandarma binaları ile 500 adet lojman, alışveriş merkezi, kreş, 6 adet trafo, 2 adet su deposu ve atık su arıtma tesisinden oluşan yerleşkede büyük toplu davalar için öngörülen duruşma salonunun büyüklüğü yalnızca 130 metrekareydi.
86 sanıklı Ergenekon davası bu 130 metrekarelik salonda görülecekti. Yetkililer salon için 280 kişilik bir ‘kapasite’ hesaplamışlardı. Başlı başına bir ‘sivri zekâ örneği’ olan bu hesaba göre adam başına 46 santimetrekarelik bir alan düşüyordu. Fakat hesap tutmamış, sanıklar, avukatlar, sanık yakınları, haberciler, güvenlik güçleri, izleyiciler derken salona bir anda 400 kişi doluverince insanlar ezilme/boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardı. Çaresiz kalan yargıçlar yaşanan kaos karşısında salonu boşalttırmışlar, 4.5 saat aradan sonra, duruşmayı iki gün sonrasına, perşembe gününe ertelemek zorunda kalmışlardı. Yetkililer tarafından daha önce duruşmaların kesintisiz olarak her mesai günü yine mesai saatleri içinde yapılacağına ilişkin açıklamaları daha ilk günden fos çıkmıştı.
Öte yandan ‘salon sorunu’ alınacak teknik önlemlerle çözülebilecek bir teknik sorunken bu yola gidilmemiş, duruşmalar tutuklu ve tutuksuz sanıklar için olmak üzere farklı günlere alınmış, duruşmaya girecek avukat sayısı sanık başına üç olarak kısıtlanmış, davanın sağlığı açısından kamuoyunun kafasında yeni kuşkular doğmuştu.
Duruşma salonu dışındaki koşullar ise ayrı bir rezaletti. Yerli, yabancı 1000’e yakın medya mensubu, yüzlerce avukat, sanık yakını ve izleyici doğal gereksinimlerini karşılayacakları hijyenik bir ‘yer’ bulamıyorlar, gereksinimlerini çevredeki camilerin, aşevlerinin, kahvelerin helalarında gidermeye çalışıyorlardı.
Ergenekon, ‘yüzyılın davası’ denecek ölçüde ciddi bir davaydı fakat daha ilk duruşmada ciddiyet yerini çizgi film gülmecesi düzeyinde bir komikliğe bırakmıştı. Yaşananlar karşısında duruşma yargıcı Sayın Köksal Şengün da sonunda dayanamayıp patlamış, “Nereye hizmetse burası mahkeme salonu olarak yapılmış,” diyerek bu fiyaskoya trajikomik bir tat katmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder